CUMHURIYETINE SAHIP CIK!

29 Aralık 2008 Pazartesi

Turgut Ozakman'dan Mustafa filmi hakkindaki gercek aciklamalar...

Film basladigindan beri duyduklarim genelde olumsuz sekildeydi, giden tum tanidiklarim buyuk hayal kirikligina ugramislardi. Okudugum kose yazarlari elestiriyorlardi, dolayisiyla filmi para vererek izlememeye karar verdim, Can Dundar durust olmadigina inandigim bir insan cunku... Yigit Bulut'un bir makalesi beni oldukca dusundurdu bu film hakkinda ve inaniyorum da...

Daha sonra 32.Gun programinda Turgut Ozakman'in Can Dundar ile filmi birlikte izleyip degerlendirmeler yaptigini okudum, merakla programi izledim ve cok sasirdim... Turgut Ozakman filmi begenmis gibi konusuyordu. Filmi izlemedigim icin de kafam karisti, cunku oyle bir donemde yasiyoruzki kimseye ve hicbir seye guvenemiyoruz bazen...

Ama iste "gercegin uzeri ortulemez" asla, ortaya bir sekilde cikar ve insanlar haberdar olurlar... Nitekim Turgut Ozakman Cumhuriyet'te yazilariyla Mustafa filmi hakkindaki gercek duygu, dusunce ve bilgilerini paylasti. Ama Cumhuriyet maalesef herkesin okuyabildigi bir gazete olmadigindan bu yazilardan kimsenin haberi olmadi ve Mustafa filmi ile ilgili gercekler unutulmaya basladi.

Ve nihayet yazilar internette paylasilmaya baslandi ben de bunlara blogumda yer vererek paylasmak istedim...

Hic kimse unutmamalaridirki bu ulkede bircok insan Ataturk'e ve onunla omuz omuza carpisan dedelerine, onlara top, mermi tasiyan, corap oren ninelerine cok sey borcludur.

Asagidaki yaziyi sikilmadan, sakince ve dusunerek okuyun, unutmayin ve mumkun oldugunca cok insanla paylasin... Ve dikkat edin Turgut Ozakman nasil ugrasmis ve kac yazi ile dogrulari anlatmaya calismis, Can Dundar elinde onca firsat varken, istedigi her arsiv ona acilmisken bilincli bir sekilde gercekleri carpitmis ve tarihe adini "yalanci gazeteci" olarak altin harfler ile yazdirmistir. Kendisini sahsen tebrik ediyorum, ileride torunlarina bunu nasil aciklayacak merak ediyorum acikcasi...

Not: 32.Gun programini ortaya cikaran insanlari gercekleri carpittiklari, Ataturk'e ve bu ulkeye zarar vermek isteyen insanlara firsat verdikleri ve boyle insanlari  sadece Aydin Dogan'in cikarlari soz konusu oldugunda elestirdikleri, yani bencil ve cikarci olduklari icin kiniyorum! 

~~~~~~~~~~~~~~~~~~

“MUSTAFA” FİLMİ HAKKINDA

 

Turgut Özakman

 

Giriş

 

Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına, erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle katılamadım. Cumhuriyet Haftası dolayısıyla 1 Kasıma kadar her gün doluydum; filmi izleyemeden, kitap fuarına ve bazı etkinliklere katılmak için İstanbul’a gittim. Film hakkındaki tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek yoğunlaşıyordu.

Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul’da da fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan, filmi izleyemediğimi söyleyerek af diliyordum.

Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur DündarAtatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel iddialar hakkında bir program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta ansiklopediler var. Tarihini böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır? Bu, bize özgü, utanç verici bir durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele). Son zamanlarda yeni kuşak iddiaların da üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunlukla  kabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı uydurma iddiaları sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.

11 Kasım Salı günü Ankara’ya döndüm.

Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400’den fazla mail yağmıştı. Bazılarına göz attım. Şaşırdım. Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu. Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D’den telefon ettiler, 32. Gün için çağırdılar. KonuMustafa filmiydi, Can Dündar’la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul’a gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M. Ali Birand anlayış gösterdi, “Öyleyse biz Ankara’ya geliriz” dedi.

“Daha filmi göremedim ki.”

Can Dündar yarın sabah filmin cd’sini alıp size, eve gelecek. Birlikte izlemenizi istiyor. Sonra programı çekeriz.”

“Peki.”

Ertesi sabah bir televizyon kanalında programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin cd’sini getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. Televizyondan bir de kameraman göndermişler. Birkaç dakika bizi  filmi izlerken çekti.

Can Dündar’ın sayın annesi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğü İç Basın Şubesinde birkaç yıl birlikte çalışmıştık. Çok nazik, çok seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar’ı bu nedenle biraz da evladımız gibi severiz.

Film Atatürk’ü işleyen iddialı, tartışmalı bir filmdi. “Bak..” dedim, “..Beğenmezsem  söylerim. Ona göre.”

“Elbette hocam.”

Filmi  izlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek için  filmi durdurmasını rica ettim. Bu noktaya kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne yoktu. Çekimleri, yönetimi de beğenmiştim.

Filmin başında M. Kemal’in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını yansıtan bir  korku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama bunun olumlu bir anlama dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden döneceğim.

İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak, eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana haksız geldi.

Ama M. Kemal’in Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderildiğinin açıklanmasından sonra  filmde yanlışlar, abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, resimler  belirmeye başladı. Sona doğru arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı. Her duyarlı insanı yaralamıştır sanıyorum.

Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da, yanlışları, olumsuzlukları da, ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim kadar, söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç kalmamak için not etmekle yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.

Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi. Doğrusu da buydu. Türkiye’de Milli MücadeleCumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı. Yanlış anlatım yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük insanlarından biri söz konusuydu. Hele eser, ‘belgesel’ diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük, tarihe ve  gerçeğe dayanmalıydı.

Can büyük bir içtenlikle, “Keşke size danışsaymışım” demek inceliğini  gösterdi.

Saat 15.00’e doğru filmi izleme sona erdi. Can gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi. Dinlenemeden çekim yapılacak yere gittim.

Ben sayın M. Ali Birand’ın yönetiminde Can’la benim katılacağım ikili bir program yapacağımızı sanıyordum. Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada öğrendim. İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım. Gerçekler, laflamalarının altında ezilip kalıyor. Geri dönmek şık olmayacaktı, programa katıldım.

Çekim yapıldı.

Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini, yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak, özetledim.

Program ertesi günü, Perşembe gecesi yayımlanacaktı.

Perşembe sabahı, daha gazetelere bakamadan, telefonum ardarda çalmaya başladı. Can Dündar’ın Milliyet gazetesinde bir gün önce filmi birlikte izlediğimizi anlatan bir yazısının yayımlandığını bildiriyorlardı. Yazıdan filmi beğendiğim anlaşılıyor olmalı ki ısrarla şunu soruyorlardı: Sahi filmi o kadar  beğenmiş miydim?

Yazı, filmi birlikte izlediğimizi gösteren iki de resimle süslenmişti. İlk paragrafı şöyleydi: “Geçen gün Turgut Özakman’ı televizyonda bizim Mustafa filminden sahneler üzerinde yorum yaparken görünce çok üzülmüştüm. Çünkü filmi izlemediğini biliyordum.”

İddiasına göre ben filmi izlemeden ‘Mustafa filminden sahneler  üzerinde yorum yapmışım’. Oysa evde, söz açılınca, Arenaprogramında sadece bana sorulan yeni, eski yalan ve yanlış iddialara yanıt verdiğimi kendisine anlatmıştım. Buna  rağmen 32. Gün’ün çekimi sırasında da ayıp ederek bu yakışıksız iddiayı yinelemiş,  beni bu gerçeği program içinde bir daha açıklamak zorunda bırakmıştı. Durumu iki kez açıklamış olmama rağmen yazısının başında, bu iddiayı yine ileri sürüyordu. Kendisine duyduğum güven solup gitti. Kimi efendi insanlar direksiyona geçince canavarlaşır, kimi kaleme sarılınca böyle saygısız olur!

Yazının girişi ve genel havası, filmi çok beğendiğim izlenimini vermekteydi. Can filmi eleştirdiğimi de belirtiyordu ama neleri, nasıl, ne kadar eleştirdiğimi sessiz geçmişti.

Bu reklam kokan yazıdan olağanüstü rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Bu benim hiç hoş görmeyeceğim bir cinlik. Asla çiğnenmeyecek nezaket, saygı ve güven kuralları vardır.

Gece yarısından sonra yayımlanacak olan programı izleyebilenler doğruyu öğreneceklerdi ama izleyemeyenler, ne düşüneceklerdi? Hâlâ telefonla, maille sorup duruyorlar: “Siz, Can Dündar’ın yazdığı gibi sahiden filmi beğendiniz mi?”

16 Kasım Pazar akşamı (19.00 seansı), filmi telaş etmeden, bir daha ve büyük perdede seyretmek için eşimle birlikte sinemaya gittim, çok dikkatle, not alarak izledim.

İlk izleyişte, belki yoğun İstanbul günlerinin yorgunluğundan,  belki Can’la dostça konuşa konuşa izlediğimizden, bazı hususları atlamışım. Bu izleyişte, dikkatimden kaçmış büyük boşluklar ve yeni olumsuzluklar fark ettim.

Bilgilerimi, izlenimlerimi birleştirdim.

Film genel yaklaşımı, yanlışları ve eksikleri ile beni düşündürdü. Artarak, şaşırtarak, üzerek, ürküterek  düşündürmeyi sürdürüyor.

Bu yazıyı yazmak için Can’ın röportajlarını ve açıklamalarını buldum. Genç Bakış ve 32. Gün’ün kayıtlarını birkaç kez izledim.

Bu yazıyı film hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can’ı bir kez daha uyarmak ve özellikle sevgili öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi  bilgilendirmek için yazıyorum.

Yazımı gerektikçe soru-yanıt biçiminde sürdüreceğim.

 

 

“Mustafa” Adlı Film

 

Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Filmde tema (anafikir) yok. Tema, kural olarak, bir yargı cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır. Mustafa’da genel bir tema yok, denilebilir ki her aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin, final coşkusuna yürüyememesinin  ana nedeni bu.

Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları cezalandırır.

Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle izlenmesi  zordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla, yalnızlıkla değil, çok önemli, etkili, büyük güçlerle çatışmıştır: İstibdat, emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağlık, bağnazlık, ilkellik, gericilik, yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik, barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu, nankörlük vb. Hiçbir aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir? Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin müthişliği, zaferlerin büyük anlamı nasıl anlaşılacak?

Nitekim anlaşılmıyor.

Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun sonucu olarak merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve yükselir. Bu filmde tersi oluyor. Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.

İkinci izleyişimde  200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır yemeler, fısıldaşmalar  ilginin gevşekliğini belirtiyordu.

Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır.

İkinci izleyişte beni müzik de düşündürdü. Fazla Balkanlı geldi. Besteci, bir büyük imparatorluğun acı veren ölümünü, ‘yeni Türkiye’nin önsözü Çanakkale’yi, yenilgiyi, işgalleri, Anadolu’yu,  Milli Mücadele mucizesini, o çılgınca yurtseverliği, yeni bir devletin doğuşunu, kurtuluşu, bağımsızlığı, bir hayat hamlesi olan çağdaşlaşma çabalarını, yani devrimleri, Anadolu aydınlanmasını, bu emsalsiz destanı nereden bilsin? Aydınlarımızın çoğu bile bilmiyor. Doğrusu Muammer SunFazıl SayÇetin Işıközlü gibi  değerli bestecilerimizi aradım.

Filmin anlatıcısı Can Dündar. Türkçesi temiz. Ama bu film dramatik anlatım istiyor. Can bir haber spikeri gibi yorumsuz, heyecansız anlatıyor. Hiç duygulanmıyor, Anadolu yanıp yıkılıyorken hiç acımıyor, kızmıyor. Zaferlere hiç sevinmiyor, coşmuyor. Düzayak, tekdüze bir seslendirme.

 

 

Bu Bir Belgesel Film Değil

 

Mustafa bir belgesel  film mi?

Hayır. Bir film, bir mektuptan bir parçaya,– kahramanın günlüğünden  birkaç satıra yer verdiği,  bazı belgesel filmlerden yararlandığı için belgesel olmaz. Bunlar küçük küçük, sevimli, ilginç, hoş süsler. Gerçek bir belgesel filmde ilke olarak yanlış, çarpıtma, gerçekleri sulandırma bulunmaz. Gerçeklerle oynanmaz. Belgesel filmin amacı gerçeği, doğruyu anlatmak, belgelemektir.

Yanlış, çarpıtma, sulandırma var mı– Mustafa’da?

Evet var. Olmasa– 32. Gün programında söylemezdim, şimdi de bu yazıyı yazmazdım. Sırası geldikçe bilgi vereceğim.

Belgesel değilse nasıl bir film?

Bu film kendi söyleyişiyle bir– Can Dündar filmi. Diyor ki: “Bu benim Atatürk’üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun ‘gerçekAtatürk’e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum.” (9 Kasım günlü Hürriyet, Pazar eki, 8. sayfa)

Kanıtlayabiliyor mu?

Hayır. Aşağıda örneklerle açıklayacağım.– Can Dündar devam ediyor: “Biri de çıkıp diyebilir ki, ‘Hayır, Atatürk hiç böyle bir adam değildi. Yüzlerce kişiyle birlikte yaşadı, asla yalnız kalmadı.’ Tamam, eyvallah, belgelerini ortaya koysun, o da Atatürk filmi yapsın. Biz de izleyelim ve tartışalım.”

Allah Allah.– Atatürk ve dönemi, belgeselcilerin oyun parkı, yarış alanı  mı? Onun bunun Atatürk’ü olur mu?

Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla– araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz.

Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk’ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar.  Bu nedenle de başka başka Atatürk’ler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı, hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş gerçek-dışı Atatürk’ler.

Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasafisodur.

Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil,  hikâye değil, fantezi değil, hayal oyunu değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş süreci  anlatılacak. Böyle bir konu, yaratıcılarından hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı, hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü isterMustafa filminin birçok sahnesinde bu özellikleri özlemle aradım.

Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar.

Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe bağlılık bir namus ve vefa  borcu olur.

Ekipten kastınız nedir?

Can Dündar “Bu benim Atatürk’üm, benim yorumum” diyor, filmin bütün sorumluluğunu üzerine alıyor ama bu noktada Can Dündar’ı kendine karşı savunmak gereğini duyuyorum. Şöyle ki: Bu film sadece bir Can Dündar filmi değil. Çünkü Atatürk ve dönemini (1881-1938) bütün boyutları, evreleri ile kavrayacak kadar geniş ve ciddi bir araştırma yapmak ve belgelemek, kolay iş değildir. Bilen bilir, bu iş uzun yıllar, sürekli bir çaba, sağlıklı bir bakış açısı ve geniş bir kaynak birikimi ister, doğru  olanla yanlış olanı birbirinden ayıracak bir ölçüye sahip olmayı  gerektirir. Neredeyse ömrümü bu konuya verdim, hâlâ durmadan çalışıyor, araştırıyor, bilgimi sınamaya, genişletmeye, eksiklerimi tamamlamaya çabalıyorum. Bu nedenle Can Dündar, haklı olarak, bir araştırma ekibi kurmuş. Öyle sanıyorum ki bu genç ekip Can’a, yeterli, sağlıklı malzeme getirmemiş. Birikimini doğru, sağlam bilgilerle genişletmemiş. Ekibin Atatürk kim, olay ne, iyi kavradığını iddia etmek çok zor. Atatürk’e hayatı ilginç ünlü biri gibi yaklaşıyorlar. Atatürk’ün Türkiye, Müslüman memleketler, sömürgeler ve dünya için ne anlama geldiğinin sanırım pek farkında değiller.

Bir küçük dokunuş: Filmin sonunda yararlanılan kaynaklar listesi var. Listede Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı çalışmama da yer verilmiş. Ama tek sayfasının bile okunmadığı belli. Okunsa, o yanlışlar ve eksikler filmde yer almazdı. Göz boyama kaynakça olmaz.

Filmin danışmanları da, biriken malzemeyi Can’ın doğru, tarihin akışına uygun, düzeyli biçimde değerlendirmesine ve işlemesine yardımcı olmamışlar. Anladığım kadarıyla danışmanlar da  bu içiçe geçmiş büyük dönemleri ve hele Atatürk’ü pek az biliyorlar. Keşke danışmanların da gerçek danışmanları olsaydı.

Nitekim Atatürk Araştırma Merkezi’nin eleştirilerini Can Dündar değil, film ekibi yanıtlıyor. (Ntvmsnbc.com’un Mustafa filmi ile ilgili bölümünde)

Özetle, bu film bir ‘Can Dündar ve ekibinin’ filmi. Ekibi derken yalnız araştırmacıları, danışmanları değil, filmin arkasında duran, filme destek veren kurumları da kastediyorum. Mustafa’yı destekleyen kurumlar herhalde senaryoyu okumuş, incelemiş,  demek ki beğenmiş, galalar yapılarak yöneticilere,  geniş bir tanıtımın yardımıyla halka, özellikle öğrencilere  izlettirilmesini yararlı görmüş, sorumluluğa katılmış ve yardım etmişler. (Türkcell’in senaryoyu dikkatle inceledikten sonra, bu filmi desteklemeyi doğru bulmadığı anlaşılıyor. Can diyor ki: “Bu filmin sponsoru Sabancı. Filmi bittikten sonra izlediler. ‘Var mısınız, yok musunuz’ dedim. ‘Şurasını beğenmedik’ deselerdi, filmi alıp çıkacaktım.” [Hürriyet, 10 Kasım 2008] Yani Sabancılar filmin bitmiş halini görmüşler, beğenip onaylamışlar.)

Filmdeki yanlışların, çarpıtmaların, haksızlıkların altında, destekleyen kurumların da imzaları bulunuyor! Bu kurumlar yanlışları, çarpıtmaları, haksız yargıları benimseyip benimsemediklerini açıklamalı.

Bazı illerimizde Milli Eğitim Müdürlüklerinin de öğrencileri filmi izlemeye zorladıkları yazılıyor. Biraz düşünen bu zorlamanın nedenini çakar. Umarım bu haber doğru değildir.

 

 

Yeni Belgeler, Bilgiler

 

Yeni belgeler, bilgiler var mı filmde?

Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve– yeterli  okutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz, okumaya da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin yeni olduğu söylenebilir. Ama bu, değerlendirme çıtasını  yerden sadece bir karış yukarda tutmak demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir bilgi, belge yok. Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk’ü diktatör olarak niteliyor. Birçok olumlu, yüceltici  yabancı gazete haberi, yazı, açıklama var; ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde bu haksız nitelemeye karşı, kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir şeydir. Nitekim Can Dündar Genç Bakış programında diyor ki: “Fransız gazetesinin diktatör nitelemesine karşı bir duruşumuz olmalıydı.” (5 Kasım gecesi, Kanal D)

Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok. Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim.

O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür,– bilim adamı ve politikacının, özellikle de mazlum milletler liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok övücü,  gurur verici açıklamalar var. Neden  hiçbirine yer verilmemiş de bu Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş?

Bu soruyu– Can Dündar’ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok şey zihnimi kemirip duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne de  bir seçim yapılır. Bu konuda Mustafa’cılara dört değerli kaynağı hatırlatmak istiyorum: Bilâl N. Şimşir,Doğunun Kahramanı AtatürkÖzer OzankayaDünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve CumhuriyetiS. ÇillerAtatürk İçin Diyorlar ki (Varlık Yayınevi, 1965); Atatürk’e Saygı (TDK, 1969).

Umarım okurlar.

Bir de dayanaksız–  iddialar, yakıştırmalar  var ki bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur.

Ya– Atatürk’ün not defterleri?

Atatürk’ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi Dairesi’ndeki not defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan beri biliniyor, yayımlanıyor. Meraklılar bilir. (Toplu bilgi için:Ali Mithat İnanAtatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara, 1969)

 

 

Hangi Atatürk?

 

Can DündarHürriyet’te sayın Ayşe Arman’a şöyle diyor: “Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana anlatılan adama uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil.” (9 Kasım, Pazar eki, 8. sayfa) Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Can Dündar’ın Atatürk’ü, Mustafa filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk’ün  gerçek Atatürk’le pek az ilgisi var.

Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş. Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla ilgileniyor. MeselaAtatürk’ün laiklik anlayışını  din karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk’ün içkisine, yalnız bırakıldığına takıntılı. Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk’ün sofracısı Cemal Granda’nın şişirilmiş, uyduruk anılarını ve benzeri anıları, doğru ile yalanı daha ayırdedemediği için gerçek sanıyor. Bu arada zaman zaman yeni tribünlere oynadığı izlenimini de alıyorum.

Bir de şu var: Atatürk’ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi bir hoby olarak psikolojiyi seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D. Volkan ile Norman İtzkowitz’ın yazdığı Ölümsüz Atatürkadlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım, s.6) Bir psikoloğumuz  bu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk’ü acayip kalıplarla çözümlemeye çalışan, tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı.Atatürk’ü anlamak için başvurulacak bir kitap olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım. (Ek-1’de [s.60] Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat’ın yazısı var.)

Psikoloji, amatörler için çok kaygan,  karmaşık bir alandır. İnsanı gülünç eder. Dikkat!

(Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: “Babasız büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir.” [Hürriyet, 10 Kasım, s.6] Söz konusu kitapta işte buna benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk’ün yurtseverliği şöyle anlatılıyor: “M. Kemalanasına duyduyu sevgiyi, anasının ölümü üzerine vatanına yöneltmiştir.” (Bağlam Y., 1998, s.290) Nasıl? Ne kadar bilimsel değil mi?)

Atatürk’ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya, çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can bunlardan yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı, dürüst, baba bir kitap tavsiye edeyim: Prof. Dr. Şerafettin TuranMustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)

Bu nedenlerle filmde ortaya, değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk’ün –bilgisini koruyorsa– gerçek Atatürk’e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk’ü saygıyla, özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille anlatıyorlar. Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk’ü, filmdeki gibi özetle, ‘içkici, kadına düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini’yi çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde birtakım işlere kalkışan bir adamcağız’ diye mi anlatacaklardı?

Bu mudur Atatürk?

İnsaf!

Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk’ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde, uzağında  kalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok.

Büyük insanlara, meraklı komşu gibi, paparazi gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu, kendisini savunan ve alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir.

Fatih Sultan MehmetKadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz. Tersi de olmaz. Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır.

Ayrıca takt diye birşey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini pek az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir.

Can Dündar Atatürk’ün Armstrong’un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra genele seslenerek diyor ki: “Böyle hoşgörülü Atatürk’ten  siz sansürcü, ceberrut bir portre yaratmışınız ve bize onu yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben oAtatürk’ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri anlatmaya çalışıyorum.” Siz ne diyorsunuz?

‘Sansürcü– Atatürk’ ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı. ‘Ceberrut Atatürk’e gelince: Hiçbir uygar, vicdanlı, sağduyulu, gerçeğe saygılı  insan, Atatürk’ü ceberrut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi de Atatürk’ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk’ü Can’ın iddia ettiği gibi ‘ceberrut diye  yutturmaya’ kalkışmıyor.

Atatürk’ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını yazarak Atatürk’ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus NadiFalih Rıfkı AtayY. Kadri KaraosmanoğluRuşen Eşref ÜnaydınKılıç AliSalih BozokM. Müfit KansuAli Fuat Cebesoyİsmet İnönü,Celal BayarDamar ArıkoğluFahrettin AltayHasan Rıza SoyakHüsrev GeredeKâzım ÖzalpAfet İnanSabiha GökçenSüreyya AğaoğluY. Kemal TengirşenkAralovJ. GrewMadame  GaulisGeneral Sherill vb...

Hiçbirinde Atatürk ceberrut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir niteleme yoktur.  Çünkü Atatürk ceberrut değildi. (Ceberrut= acımasız, zorba)

Can’ın ‘ceberrut Atatürk’ iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge boksu yapıyor.

Atatürk’ün ceberrut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu?

İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var.

Kimler?

Bunlar– Can Dündar’ı ve Mustafa filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk’e,  “diktatör, bütün yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu, muhaliflerini temizledi” filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı anıştıran da Can Dündar’ın kendi ve ekibi. Filmde bir-iki  sahne dışında, Atatürk’ün büyük, güzel özelliklerini anlatan, yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.

Can’ın yaptığı ile söyledikleri birbirini tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci ve  Armstrong’tan başka hiç kimse Atatürk’ü,Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına, uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak bir talihsizlik.

Can Dündar Atatürk’e sansür uygulandığından yakınıyor.

Atatürk’ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırı  bir şey. Ama koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve  ahlaka aykırı  bir davranış olur.

 

 

Atatürk Filmleri

 

Can Dündar Hürriyet’teki Ayşe Arman röportajında diyor ki: “Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok. Yapsalar 70 yıldır yaparlardı. Kimse bir şey yapma derdinde değil..”  Sizce doğru mu söylüyor?

Konuya–  uluslararası maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier’nin oğluydu. Allahtan bunlara bir Atatürkfilmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi bu konuda uyarıcı bir örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu konuya  elini sürmesin!

Rahmetli Behlül Dal Atatürk’le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da oynadı. Zaman zaman televizyonlarda yayımlanıyor.

Kültür Bakanlığı 1992’de Atatürk’le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran’ın Metamorfoz’u. Yönetmeni Feyzi Tuna. Bu film de TRT’de yayımlanmıştır.

Son olarak TRT 1990’larda sayın Ziya Öztan’a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar 1921 ile 1933 arasındaki en yoğun, anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan’ın bilgisini, bilincini ve ustalığını kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri toplam üç yıla yakın sürmüş, on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır. Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.

Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde silip geçmesini, Can Dündar’a hiç yakıştıramadım. Ustaya, emeğe, gerçeğe saygı lütfen!

Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların çalışmalara başladığını duydum, çok sevindim.Atatürk’ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak borcu oluyor.

Ek olarak “Biri yapsa da beynine binsek diye – bekliyorlar” diyor, eleştirileri ‘linç’ diye niteliyor.

Bazı hususlardaki eleştirilerin – haksızlığını, filmde  karşılıklarının bulunmadığını ben de kabul ediyorum.. Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle ‘sabır’ dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var ki, onları ‘linç’ diye nitelemek kesinlikle doğru olmaz.

Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve  saygınlığı, yaralanıyor, incitiliyor.

Asıl linç bu.

Buna tepki gösterilmemesi, doğruların açıklanmaması  çok hazin, rezil, acı bir şey olurdu. Can Dündar, bu tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe uygun, kahramanına saygılı hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır.

 

 

Atatürk’ü Anlamak ve Anlatmak

 

 –Can Dündar diyor ki: “Atatürk’ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim ama gelen tepkilere bakıyorum da filme çok yedirememişim.”

Fark ettiğini söylediği mücadeleyi – açıklamayı biraz sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım. Atatürk’ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı ne? Ne kazandırıyor bunlar filme, Atatürk’e,Cumhuriyet’e, genç kuşaklara, çocuklara?

İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek çok insanı incitiyor.

Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum. Film bütün okullara pazarlanıyor. Can filmin öğrencilere pazarlanacağını bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef kitle öğrenciler! Para ordan gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl olumsuz etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı?  32. Gün’de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem dışında özel bir eser olmanın gereği gibi savundu.

Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak, kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın savunucusu olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.

Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen kişidir.  Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz bohçasına döner ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına.

Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:

Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette ama film bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim:Kurtuluş ve çağdaşlaşma.

Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok, galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü olan Sevr Andlaşması’nı dayatarak Türkiye’yi parçalamak ve  ebediyen denetim altında tutmak istiyorlar. Anadolu’yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr’e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır.

Bu kadar mı? Hayır.

Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük hayat hamlesi, sömürücü Batıya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi kurtuluş budur. Sömürüden, horlanmaktan,  bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı karşısında elpençe divan durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!

Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal, kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit haklar kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır, milletleşmedir, yani Anadolu rönesansı ve hümanizmasıdır.

İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923’te yüz küsur fabrika vardı, 1933’te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin küsur olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyet’le birlikte  silkiniyor, üretici, çağa açık, yaşayan bir toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık kalkınma hızı ortalaması %10, sanayileşme oranı % 19’dur ki dünya rekorudur. Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü, mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu olduğumuz insan.

Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri!

Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok!

Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok, Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok, laiklik yok, millet mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık mücadelesi yok, Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok, konservatuar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük önem yok, üniversite yok, fabrikalar yok, Atatürk’ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan halk, o fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok, o canlılık, saygınlık, umut, güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.

Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu; saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti; halk padişahın kuluydu, vatandaş oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez,  emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir devrimdir.

Atatürk bunlar demektir.

Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili birkaç sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir-iki fırça dokunuşuyla anlatılamaz. Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyet’i yermeye çalışan kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar edilecek bir durum  değil.

 –Atatürk’ü neden anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz?

Biz dâhisi az bir milletiz de ondan. Bir – dâhiyi anlamanın, kavramanın, açıklamanın, yorumlamanın, çözümlemenin, tanımlamanın, betimlemenin acemisiyiz. Deneyimimiz çok az. Biz Fatih Sultan Mehmet gibi bir dâhiyi de gerektiği gibi yorumlayabilmiş, açıklayabilmiş değiliz. Atatürk’ü, tarihin bir döneminde var olmuş ünlü bir asker, bir siyasi lider gibi anlamak ve böyle anlatmak, Atatürk’ü hiç anlamamış olmak demektir. Bir dağ gibi yaklaştıkça büyüyor, görme alanımızın dışına taşıyor. F. Rıfkı Atay diyor ki: “Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.” (Çankaya, s.686)

Şimdi neyi fark ettiğine gelelim.

Fark ettiği hususu şöyle açıklıyor: “Asıl – mücadele, ne Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ‘iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm...”

Akşamdan sonra sabahlar hayrolsun! Bu – anlattığı şey, çağdaşlığın, cumhuriyetin, özgürlüğün ve milliliğin özünü oluşturan  laiklik. Şu bildiğimiz laiklik. Fransız devriminden ve TBMM’nin Ocak 1921’de kabul ettiği anayasanın ilk maddesinin yürürlüğe girmesinden beri dünyada ve Türkiye’de geçerli olan devlet niteliği. 1921 Anayasası’nın ilk maddesi  şöyle: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Böylece ilahi egemenliğin yerini halk egemenliği alır. Egemenliğin kaynağı gökten yere iner. Bunu doğal olarak saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, hilafete son verilmesi, eğitimin birleştirilmesi, Medeni Kanun’un kabulü, laikliği güçlendiren öteki devrimler, kurumlar ve kanunlar izleyecektir. Şunu da belirteyim, Atatürk’ün asıl mücadelesi çağdaşlaşmadır. Laiklik çağdaşlaşmanın bir parçası, olmazsa olmaz özelliğidir. Türkiye’nin uygar yüzünü  çağdaşlaşma çabası oluşturur.

Kısa bir ek yapayım: Laiklik dinsizlik değildir, din karşıtlığı da değildir, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün din ile, dindarlar ile hiçbir sorunu olmamıştır. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün  karşı olduğu husus din ticareti, din aktörlüğüdür; dini çıkar, iktidar, siyaset, halkı kandırmak için  kullanmak, sömürmektir, insanlarımızı aldatmaktır, hurafelerdir. Bu sömürüye, aldatmaya kuşkusuz  her gerçek dindar da karşıdır. Din sömürücüleri  o zaman da sorundu, bugün de sorundur, yarın da sorun olacaktır.

Can Dündar Mustafa filminde laikliği, onun hayati önemini, demokrasinin altyapısı olduğunu anlatıyor mu? Hayır. Konuşmasında üzerinde duruyor ama filmde önem bile vermiyor. Filmde Atatürk’ün laikliği tanımlayan, anlatan, açıklayan, savunan, yerleştirmeye çalışan, güçlendiren  birçok sözünden bir-ikisini kullanıyor, röportajlarında bu sözleri din karşıtı söylemler gibi yorumluyor. Hatta Ayşe Arman’la yaptığı konuşmada diyor ki: “Bütün insanlık tarihinde dinin, tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider.”

Koskocaman bir yanlış!

Atatürk –ve arkadaşları– dünyadan ve tarihimizden ders ve ibret alarak, dini vicdanlara emanet etmiş, din ile siyasal hayatı ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlardır. Ama toplumsal hayattan silinmesini istememişlerdir. Dini toplumsal hayattan silmek istemek, düpedüz yasaklamak demektir. Hepsi buna güçlerinin yetmeyeceğini bilecek kadar akıllı ve dine saygılı insanlardı.

Atatürk ve arkadaşları dini, ibadeti, ezanı, kurbanı, orucu, fitreyi, zekatı, dini bayramları, mevlidi, imamları, müezzinleri, müftüleri  yasakladı mı? Hayır! Camileri, mescitleri kapattı mı? Hayır! AtatürkElmalılı M. Hamdi Yazır’a kendi cebinden para vererek Kuran’ı çevirtmiş ve yorumlatmış mıdır? Evet! Öyleyse Atatürk’ü bu taş gibi gerçekleri dikkate almadan anlatmaya, açıklamaya çalışmak, iyi niyetle, gerçeğe saygı ile bağdaşır mı?

Atatürk’ün aklıyla vicdanı arasında kaldığı anlar olabilir. Arayışlardan geçen iman daha güçlü, bilinçli imandır. Ben din bakımından Atatürk’ün kişisel durumu konusunda, ölene kadar yakınında bulunmuş olan Hafız Yaşar Okur’a inanırım. O, Atatürk’ü inançlı, saygılı bir Müslüman olarak anlatıyor. Yabancı gazetelerde çıkan uydurma röportajlara, hele bizim sahte tarihçilere hiç inanmam. Ben Atatürk dönemini yaşadım. Hiçbir iddia, hayattan, gerçeklerden daha güçlü olamaz. (Meraklısı için: Hafız Yaşar OkurAtatürk’le On Beş Yıl, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962)

 

İnsan Atatürk

 

Bazı izleyenler, filmde insan – Atatürk’ü gördüklerini söylüyorlar..

Bu kimseler galiba insan kavramını zaaflar – karşılığı kullanıyorlar.  “Atatürk şöyle içki, böyle sigara içerdi” vb. deyince bu, insan Atatürk’ü anlatmak mı oluyor? Atatürk’ün gizli saklı bir hayatı yok. Her şeyi bilinir. Birçok kitapta anlatılıyor. Bilmeyen bilgisizliğinden bilmiyor.

Ne var ki bir çalışma çocuklara da yönelik bir çalışma ise özenli, dikkatli  bir dil kullanılması ya da bunların ihmal edilmesi  bir uygarlık gereğidir. Ayrıca, insan zaaflardan, alışkanlıklardan ibaret değildir. Sağlıklı bir kişilikte zaaflar küçücük bir yer tutar. İnsanı insan yapan başka özellikler, nitelikler, değerler var. Bir karakteri zaaflar değil,  bunlar çizer.

Filmde, Atatürk’ü büyük insan yapan özelliklere, niteliklere, güzel duygulara, büyük düşüncelere hiç değinilmiyor. İnsanAtatürk’ü anlatan ne kadar çok, ne kadar güzel, zarif, olağanüstü olaylar, hele yöneticilerin, siyasilerin, düşün adamlarının örnek ve ders alması gereken nice davranışları var. Biri bile anımsatılmıyor.

Bu konuda Hegel’in bir açıklaması var. Çok beğendiğim için aktarmak istiyorum. Diyor ki: “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen, içen, giyinen, kısacası ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür.”

Bütün biyografi yazarları için bir başucu sözü.

Hegel “Kahramanlara uşağının gözüyle bakmayın, anahtar deliğinden değil, cepheden bakın, bakışlarınızı kahramanın başına kaldırın’’ diyor! (Atatürk’ün özel hayatı hakkında bilgi edinmek isteyenler için üç kitap: Kılıç AliAtatürk’ün Hususiyetleri, Sel Y., İstanbul, 1955; İlknur Güntürkün KalıpçıHer Yönüyle İnsan Atatürk, Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Bursa, 2002; Dr. İsmet GörgülüAtatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldırılar, Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003)

“Bu film – Atatürk’ü yarı ilahlıktan yere indiriyor, aramıza getiriyor” diyenler de var. Ne diyorsunuz?

Bunlar sanırım – Atatürk hakkında pek az kitap okumuş, o dönemi iyi incelememiş kimseler. Atatürk hiçbir ciddi, önemli, kaynak niteliği taşıyan kitapta ilahlaştırılmış değildir. Elbette bizden biridir ama çok farklı biri, bir dâhidir,  büyük bir kahramandır, büyük asker, büyük devlet adamı, büyük önder, büyük insandır. Türkiye’yi ölüm uçurumuna yuvarlanmaktan kurtaran insandır.

Böyle olduğu için böyle anlatılır. Resmi olarak da böyle anlatılır, özel olarak da böyle anlatılır. Resmi anlatıma benzemesin diye bu nitelikleri, başarılarını, yaptıklarını yok mu sayacağız? Yok saymak, gerçeği karartmak olur, yalancılık olur, hatta edepsizlik olur. Noksan anlatmakla abartmak arasında hiçbir fark yok. İkisi de yalancılık.

Ben, yetersizliğimi aşabilmek için Atatürk ve dönemi hakkında bir şeyler yazmadan önce, Atatürk’ü görmüş, o dönemi yaşamış bütün görgü tanıklarının anılarını, notlarını okuyarak, Atatürk hakkındaki gözlemleri, bilgileri derlemiş, sınıflandırmış, büyük bir dosya hazırlamıştım. Atatürk’ü bu yolla bir bütün olarak tanımaya, anlamaya, kavramaya çalıştım. Atatürk ve dönemi hakkında ancak bundan sonra yazı yazmaya cesaret edebildim.

Atatürk hakkında bir şeyler söylemek, yazmak isteyenlere böyle bir ön hazırlık yapmalarını tavsiye ederim. İnsanı hem  tarihin, hem milyonların önünde gülünç ya da hazin duruma düşmekten kurtarır.

 

 

Görgü Tanıklarının Gözüyle Atatürk

 

Bu görgü tanıkları – Atatürk’ü nasıl anlatıyorlar?

Özet olarak aktarıyorum: Zarif, nazik, – terbiyeli, dâhi, belleği çok güçlü, gerçekçi, dikkatli, çok çalışkan, ateş altında korkusuzca duran, iyimser, düzenli, temiz giyinen, savaşta bile her gün tıraş olan, her gün yıkanan, görev ânında ciddi, genel olarak neşeli, bazen muzip, güzel ve etkili konuşan ve yazan, sanatsever, kadınlara çok saygılı, insancı, çok kitap okuyan, onurlu, vefalı, duygulu, şefkatli, utangaç, sohbetten hoşlanan, doğa âşığı, çocukları seven, halkın arasına karışmaktan hoşlanıp mutlu olan, halkına güvenen, ahlakça demokrat, çağdaşı liderlerin aksine demokrasiyi öven, bütün komşularıyla ve dünya milletleriyle barışık, güzel dans eden, zeybek oynayan, türkü, şarkı söyleyen, kendisiyle alay etmesini de bilen bir bilge, halkına hesap veren, kitap yazan, durmadan yurdu dolaşan bir önder, kendinden sonra da işleyecek, demokrasiye açık bir rejim kurmuş ileri görüşlü, sahici bir devlet adamı, bir öğretmen, bir öncü, bir devrimci, askerlik sanatına katkıda bulunmuş bir büyük asker; rahatı değil, milletinin yararı için suikast ve iftiralarla dolu  çetin bir geleceği göze almış bir sosyal kahraman, bir insan, adam gibi bir adam. Görgü tanıklarının ortak olarak anlattıkları  Atatürk bu.

Bu özelliklerin – Mustafa filmindeki Atatürk’le bir ilgisi var mı?

Hayır. Ne gezer! – Can Dündar ve arkadaşları çok dar bir açıdan bakarak, bambaşka bir Atatürk kurgulamışlar. Gerçeğe ihanet etmişler.

 

 

Filmin Adı

 

Filmin adını nasıl buluyorsunuz? –

 –Atatürk’ün adı, ortaokul birinci sınıftan beri Mustafa Kemal’dir. Samsun’a M. Kemal Paşa olarak çıkmıştır. Sakarya Savaşı’ndan sonra Gazi M. Kemal Paşa olmuştur. Eşi Latife Hanım kendisine ‘Kemal’ diye seslenir. Milli Mücadele sırasında halk, askerlerden, “Kemal’in askerleri” diye söz eder. Bu söylem bugüne kadar gelmiştir. Şimdi benden kitaplarımı imzalamamı isteyenler “Kemal’in öğretmeni”, “Kemal’in öğrencisi”, “Kemal’in kızı” diye yazmamı diliyorlar. Soyadı kanunundan sonra adı Kemal Atatürk olmuştur. Kendisine genel olarak Atatürk diye seslenilmiştir. Film adı olarak MustafaM. Kemal Paşa’yı, Gazi’yi, Gazi M. Kemal Paşa’yı, Kemal Atatürk’ü, Atatürk’ü kucaklamıyor, kapsamıyor, içermiyor, temsil etmiyor. Yabancı, uzak duruyor. FilmAtatürk’ü annesinin gözüyle, onun açısından anlatsaydı, Mustafa adı doğru bir seçim olurdu. Ama Zübeyde Hanım 1923’te ,Cumhuriyet ilan edilmeden, Türkiye tam bağımsız olmadan önce öldü. Oysa Atatürk’ün hayatının en anlamlı, yoğun, olağanüstü dönemi annesinin ölümünden sonradır. Sadece çocukluğu anlatılsaydı Mustafa adı uygun düşerdi. Orhan Asena’nın bu adı taşıyan bir çocuk oyunu var.

Atatürk sözcüğü birçok olguyu, oluşu, değerleri içeren bir kavram olmuştur. Mustafa bu kavramı karşılamıyor. Atatürk’e yabancı düşüyor.

 

 

Yanlışlar

 

Yanlışlıklara, kusurlara geçelim mi? –

Peki. Önce, şu başlangıçtaki mezar sahnesine – değineyim. Bir kurtarıcının hayatının anlatıldığı bir filmin bir korku filmi gibi başlaması açıklanamaz bir tutum. İlk izlediğimde bu kara sahne ile başlayan film giderek açılacak, aydınlanacak ve öyle bitecek umudunu taşımıştım. Film bu ilk sahneyi çağrıştıran karamsar, karanlık bir sona doğru yürüdü ve bitti. Özensiz, bilinçsiz, karanlık, zevksiz bir yaklaşım.

 –Atatürk’ün kardeşi Ahmet’in cesedinin çakallar tarafından parçalandığı doğru mu?

Yazan – Şevket Süreyya Aydemir. Yazıyor ama gerçek demiyor,  söylenti (nakil) olduğunu belirtiyor. (Tek Adam, 1. c., s.29) Söylentiyi şöyle aktarıyor: “3 yaşında ölen Ahmet sahilde kumluk bir mezara gömülmüş, gece dalgalar cesedi açığa vurmuş, çakalların saldırısına uğramış.”

Söylenti olduğu şuradan da belli ki Müslüman mezarları deniz kıyısında, kumsalda olmaz. Ölü toprağa  gömülür.

Bu söylenti filme ne katıyor? Hiç. Filmden ne götürüyor? Çok şey. Destansı bir hayatın filmi böyle başlar mı?

 

 

Çanakkale

 

Gelelim Çanakkale’ye. –

Filmde Sofya’dan sonra Çanakkale savaşına – geçiliyor ama pat diye. Filmde diyor ki: “Kendini Çanakkale’de buldu.” Kendini savaşta bulmadı, cephede bir görev alabilmek için Harbiye Nezareti’ne cephede görev verilmesi için ısrarla yazmış, sonunda 19. Tümen’e atanmıştır.

Gelibolu Yarımdası’nın bir çıkarmaya karşı ilk savunma düzenini Atatürk kurmuştur. Liman von Sanders Paşa bu düzeni tersine çevirmiş, kuvvetleri, silahları geriye çektirmiş, bu yanlış, binlerce Türkün kanıyla kapatılabilmiştir.

Filmde anlamca deniyor ki: “Savaşta, Bulgaristan’da edindiği askeri bilgilerden yararlanacaktı.” Bulgaristan’da askerlik bakımından Atatürk’ün bilemediği, öğreneceği ne vardı acaba? Can ve ekibi anladığım kadarıyla Atatürk’ün askerliğin büyük sanatçısı olduğunu bilmiyorlar.

Çanakkale –  nasıl anlatılıyor?

Hiç anlatılmıyor desem yeridir. Oysa – Çanakkale’nin Türk tarihinde çok büyük, kutsal bir yeri vardır. Atatürk de tarih sahnesine Çanakkale’de çıkar. Orada, iki yüz yıldır karşısında titrediğimiz emperyalizmi yendik.

Atatürk Çanakkale’de dört büyük zaferin kahramanıdır: Arıburnu, 1. Anafartalar, 2. Anafartalar ve Conkbayırı. Savaşın geneline, düşmanlara, subay-asker Çanakkale kahramanlarına ve bu zaferlerin ilk üçüne hiç değinilmiyor. Sadece iki şeye yer veriliyor:Atatürk’ün Madam Corinne’e yazdığı bir aşk mektubundan birkaç satır (Hoş bir mektup ama Corinne’den okumak için roman istediği mektup daha anlamlıydı. Atatürk’ü daha iyi anlatıyordu) ve Conkbayırı Savaşı’na kısa bir dokunuş. Conkbayırı Savaşı da ne yazık ki doğru, iyi, güzel aktarılmıyor. Tarihteki son büyük süngü savaşıdır. Çanakkale Savaşı’nın dönüm noktasıdır. Bu savaşta düşmanı kovalayan askerlerimize  ‘Uçan Türkler’ denilmiştir. Filmde Atatürk’ün askerlere yaptığı ünlü konuşma verildikten sonra uydurma bir parça geliyor. Güya savaş sona erince bir komutan Atatürk’e sormuşmuş, “Ordularınız nerede?” diye; Atatürk de ‘ceset tarlalarını göstererek’ demişmiş ki: “İşte ordularım!”

Ne böyle bir soru, ne de böyle bir cevap var. Yabancı ve yalancı bir kaynaktan alınmış uydurma bir diyalog. Biz ‘ceset tarlası’ demeyiz, şehitlerimize saygımız vardır, olsa olsa ‘şehitler’ deriz. Nereden buluyorlar böyle uydurma lafları? Magazinci bakış böyle bir şey olmalı.

Conkbayırı Savaşı’nda ‘ordular’ yoktu. Conkbayırı Savaşı’nı iki kahraman alay başlatmıştır. Conkbayırı Savaşı’nın tarihi de rumi takvime göre veriliyor, 28 Temmuz diye. Güncelleştirilmesi gerekirdi. Conkbayırı Savaşının tarihi 10 Ağustostur, böyle bilinir.

 

 

Anadolu’ya Ne Zaman Gitmiş

 

“İstanbul’da işi ve parası bitince – Anadolu’ya geçti” gibi bir cümle var mı filmde?

Tam anımsamıyorum ama buna yakın bir anlatım – var. Salt bu cümle var mı yok mu diye doğrusu filmi bir daha izlemeye katlanamam. Anlaşılan Can ve ekibi, Atatürk’ün Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki süre içinde İstanbul’da ne yaptığını bilmiyor.Alev Coşkun’un Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay adlı son çalışmasına bir göz atmalarını dilerim.

 

 

Vahidettin Sahnesi

 

 –Vahidettin’le vedalaşma sahnesi için ne diyorsunuz?

Bu sahneyi anlatan kim? –

Sahi kim? –

 –Atatürk’ün kendi. Mütareke dönemi anılarını Falih Rıfkı Atay’a, Mahmut Soydan’a ve Yunus Nadi’ye anlatıyor, bu anılar aynı günlerde yayımlanıyor. Atatürk, veda sırasında Vahidettin’in şöyle dediğini aktarıyor:

“Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların artık hepsi bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin.”

Mustafa filminde bu sözler yer alıyor  ama arkası gelmiyor. Oysa AtatürkVahidettin’in bu cümlesini bir amaçla aktarıyor. Aktardıktan sonra, bu sözün gerçek anlamını yorumluyor, açıyor, Vahidettin’in bencilliğini, acizliğini, ufuksuzluğunu, Milli Mücadeleile hiç ilgisinin olmadığını  anlatıyor.

Mustafa filminde Atatürk’ün anıları, dincilerin istedikleri gibi kullanılıyor. Bu iyi niyetle de, bilinçle de, belgeselcilik ahlakıyla da bağdaşır bir tutum değil.

Tek kelimeyle ayıp!

Bu konuyu uzatmaya gerek yok. Meraklısı Atatürk’ün Hatıraları’nı okuyabilir. (F.R. Atay, s.122-124, T. İş Bankası Y., 1965; yeni yayını: İsmet GörgülüAtatürk’ün Anıları, s.219-222, Bilgi Y., 1997)

Ayrıca benim Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı kitabıma bakılabilir. Bu kitapta Vahidettin ve Atatürk ile ilgili bütün iddialar, yanlışlar, yalanlar ve doğruları yer alıyor, tabii bu veda sahnesi de (s.232-285).

Okurlarımın affına sığınarak bir hususu belirtmeyi gerekli görüyorum: Söz konusu kitabım, VahidettinM. Kemal ve Milli Mücadele hakkındaki bütün yalanların, yanlışların ve yutturmacaların derlendiği, sağlam belgelerle doğrularının açıklandığı 780 sayfalık bir çalışmadır. Bu çalışmaya bakmadan yakın tarihimizi anlatmaya çalışanların çoğu, yalan, yanlış ve yutturmaca tuzaklarına yakalanıyorlar.

Dinciler, o cümleyi, Atatürk’ün açıklamasını vermeden,  yani hokkabazlık yaparak, Vahidettin’i aklamak, Milli Mücadele’yi planlamış gibi göstermek için kullanırlar. Bu hayali kanıtlamak için bin dereden su getiriyor ve gülünç oluyorlar. Hem tarihe, hem okuyucularına, hem sağduyuya saygısızlık ediyorlar.

Can Dündar bir belgeselci olarak ya bu sahneyi Atatürk’ün yorumu ile tamamlamalıydı, ya da bu sahneye hiç yer vermemeliydi. Tamamlamadığı için tarihi tersine çevirmeye çabalayan yutturmacılar kafilesi içinde yer almış oluyor.

32. Gün’de şöyle bir açıklama yaptı: “Bu sahneden sonra İngilizlerin Atatürk’ün geri çağrılmasını istedikleri, Vahidettin’in de İngilizlerin bu isteğini yerine getirdiği veriliyor.” Bu bilgi, Vahidettin’in Milli Mücadele’yi planlamadığını belirtiyormuş.

Belirtmiyor oğlum!

Ne kendini kandır, ne bizi oyala. Düzelt o sahneyi!

 

 

Samsun’a Gidiş

 

Filmde “meçhule gidiyordu” deniliyor. –

 –Atatürk’ün programının kaynakları çok eskilere dayanır. Mesela Misak-ı Milli’nin esaslarını 1907’te belirlemiştir (A. Fuat CebesoySınıf Arkadaşım Atatürk, s.135 vd., İnkılap K.). Şapka hakkındaki görüşünün tarihi 1910’dur. Cumhuriyet hakkındaki görüşünü arkadaşı Kâzım Özalp’e 1913 Ekiminde, Milli Mücadele ile ilgili düşüncesini 5 Kasım 1918 günü Adana’da, A. Fuat Cebesoy’a açıklamıştır.

Atatürk, Samsun’a, olgunlaşmış, birçok olasılığı dikkate alan, geniş bir programla çıkmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı’yla birlikte hazırladığı yetki belgesi de, konuşma ve eylemleri de bunun açık ve ayrıntılı kanıtıdır. Atatürk için meçhule (bilinmeze) gidiş söz konusu değildi. Ordusunun başına, özelliklerini ateş altında tanıdığı halkının içine gidiyordu.

 

 

K. Karabekir Paşa Olayı

 

Filmde – Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten sonra K. Karabekir’in bir bölükle geldiğini görünce tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı, korktuğu anlatılıyor. K. Karabekir Atatürk’ü selamlayarak, “Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu sahne doğru mu?

Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece – Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O günü yaşayan birçok insan var: Başta K. KarabekirKâzım DirikCevat AbbasHüsrev GeredeM. Müfit KansuSüreyya Yiğit ve Refik SaydamR. Saydam’ın dışında hepsi anılarını yazmıştır. Hiçbirinin anısında Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak heyecanlanması, korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar günü toplanmış, her durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek, İngilizlerin uşağı İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle Karabekir Paşa’ya hakarettir.

Atatürk’ün, o kadar sevdiği, kutsal saydığı askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde Karabekir Paşagelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne emirleriniz varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekirİstiklal Harbimiz, 1969, s.71; Rauf Bey’in mektubunu hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada notu var.) Gerçek budur, bu kadardır.

 –Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartmasının, olmayan duygularla gölgelemesinin nedeni nedir?

Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak – Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla yetineyim.

Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli bütün eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır, kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları, tutarlılıkları  saptar, akışa ve güvenilir kaynaklara uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak, gerçeğin resmini belirler.

Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır?

Bu özel bir marifet.

 

 

TBMM’nin Açılışı

 

Filmde – Atatürk’ün Meclis’i, 23 Nisan 1920’de birçok dini değeri kullanarak açtığı söylendikten sonra deniyor ki: “Dayandığı bu güçlerle ilerde hesaplaşacaktı.” Böyle mi oldu gerçekten?

Meclis’i açarken o dönemin kurumlarından, – eğilimlerinden yararlanmaktan daha doğal ne olabilir? 600 yıllık bir düzene karşı çıkılacaktı. TBMM bir ihtilal kuruluşudur. Ama Atatürk ve Cumhuriyet, ilerde, din ile değil, irtica ile, ortaçağ ile, yobazlıkla, bunlara kucak açanlarla hesaplaştı. Altını çize çize söylüyorum, Atatürk’ün de, Cumhuriyet’in de dinle, dindarla bir sorunu olmamıştır.

Birçok olaylar uydurarak tersini iddia edenler Atatürk karşıtı dincilerdir. Şimdi bu iddiayı paylaşan forması başka Atatürkkarşıtları da vardır. Doğru tarihi bilselerdi, hiçbiri  Atatürk karşıtı olmazdı. Sahte tarihler ve maksatlı söylentilerle yetiştiler. Bu yüzdenAtatürk’e karşılar. İnanıyorum ki bir gün doğru tarihi öğrenecekler ve bu yapma, tehlikeli ikilik bitecek.

Can Dündar bu yanlış, haksız, sonradan uydurma iddiaların izinde görünüyor. Umarım daha fazla yürümeden durur ve düşünür.

 

 

Kurtuluş Savaşı Dönemi

 

 –Kurtuluş Savaşı dönemi filmde nasıl anlatılıyor?

Çok yönlü, karmaşık, yoğun, hummalı, – olağanüstülüklerle dolu bir dönem. Doğal olarak tümünü anlatmak imkânsız. Ancak özetlenebilir. Ama iyi, tam, doğru özetlenmeliydi. Yazık ki bu dönem de geçiştiriliyor.

Bence filmde  şu iki  destana saygı  ve önemle yer verilmeliydi. Biri karınca dizileri gibi İnebolu’dan Ankara’ya silah, cephane, erzak taşıyan kağnıcı ninelerimiz, öteki de Sakarya Savaşı’dır. İlki yok. Sakarya Savaşı Türk tarihinin en önemli savaşıdır. O da hem iyi anlatılmıyor, hem doğru anlatılmıyor.

İki büyük yanlış, bir eksik var. İlki Atatürk Başkomutan olarak cepheye üniformalı gönderiliyor. Oysa Temmuz 1919’da askerlikten istifa etmiş olan Atatürk savaşı bir sivil olarak yönetti. Kendisine Mareşal rütbesi ve Gazi sanı, zaferin kazanılmasından 6 gün sonra TBMM’nce verilmiştir. İkinci büyük yanlış şu: Filmde tekalif-i milliye (milli vergi) emirlerine  Sakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor. Oysa Sakarya Savaşı’na halk, varının % 40’ını vererek katılmış, zaferde pay sahibi olmuştur. Bu unutulabilir bir olay mıdır? Dünyada benzeri yok. Atatürk filmini yapanların Sakarya Savaşı’nın bu çok önemli özelliğini bilmemeleri şaşılacak bir şey. Eksik de şu: Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya ordusundan bir karecik bile yok.

 –Büyük Taarruz nasıl anlatılıyor ?

O da eksik, yanlış, duygusuz anlatılıyor. – Halk için  yazılmış, kısa, sade savaş kitaplarımız var, Celal Erikan’ın 100 Soruda Kurtuluş Savaşı gibi. Böyle bir kitaba baksalardı hem anlatım, hem hareketli harita doğru olurdu.

Filmde ÇanakkaleSakarya ve Büyük Taarruz gibi üç büyük, önemli savaşa değiniliyor, fakat ekibin içinde bir askeri danışman yok.

 

 

Atatürk ve Karanlık

 

Bu dönemle ilgili bir konu daha var. – Atatürk’ün karanlıkta yatmadığı.

Bu olay – Atatürk’ün hizmet eri Ali Metin Çavuş’un anılarında yer alıyor, filme değiştirilerek aktarılıyor. Bu dönemle ilgili ne kadar dokunaklı, düşündürücü, saygımızı, hayranlığımızı artırıcı, insanca olaylar var. Bula bula bunu bulmuşlar. (Anının aslı için:Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Anlatan: Ali Metin, Yazan: Ziya Oranlı, Ankara, 1967, s.71-72; yeni baskısı:Zeynel LüleAli Çavuş, Doğan Y., 2008)

Gece odalarda, sofalarda idare lambası denilen kandil benzeri lambacıklar ya da mumlar yakılırdı ki gece uyanıp kalkan bir yerlere çarpmasın, tuvaletin yolunu bulsun. Evlerde de böyleydi, yatılı okullarda da. Benim çocukluğumda da bu adet sürüyordu. Atatürk buna alışmış, gece hafif ışık istiyor. Anı filmde şu biçimi almış:

M. Kemal çocukça zaafını açıkladı:

‘Çocuk, ben karanlıkta yatamam.’”

Anıda ne ‘çocukça zaaf’ sözü var, ne karanlıktan korktuğunu düşündürecek bir ifade. Can Dündar yüzlerce yıllık doğal bir âdeti, bir ihtiyacı anlatan anıyı filme böyle değiştirerek, ‘çocukça zaaf’ deyimiyle korkuya dönüştürerek   aktarıyor. Anıların yeni baskısına yazdığı önsözde de korkuya vurgu yapıyor: “Atatürk’ün karanlıkta yatmaktan korktuğunu –ilk baskısından– öğrenmiştim.” (s.11)Atatürk’ün isteğini, geçmişimizi hiç bilmediği için korkuya bağlıyor. Yaşlıca birine sorsaydı öğrenirdi. Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yine korku motifini sürdürerek diyor ki:

“Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, ‘Atatürk gibi ben de karanlıktan korkuyorum. Demek ki bu anormal bir şey değil.’ Buradaki empati duygusu o kadar önemli ki... ‘O da benim gibiymiş’ diyebiliyor. ‘Demek ben de onun gibi olabilirim’ duygusu yer alıyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Tartışma şu: Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” (9 Kasım 2008)

Bu açıklamanın neresinden tutmalı?

Karanlıktan korkan çocukları ‘Atatürk de korkardı’ diye mi tedavi edeceğiz? İki saatlik Mustafa filminin verdiği zararları bu küçük yarar karşılar mı?

Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu gösterir hiçbir anı, dayanak, bilgi kırıntısı yok. Atatürk’ün karanlıktan korktuğu Can’ın yorumu ya da yakıştırması. (Ali Metin Çavuş’un torunu Zeynel Lüle de yeni basımda özgün anıda değişiklik yapmış, ‘karanlıkta yatmazdı’yı ‘karanlıkta yatamazdı’ yapmış. Anılar üzerinde oynanır mı? Saygısızlık değil mi bu?)

Bir karakteri işleyen yazar düşünür: Ömrü yıllarca, geceli gündüzlü, cephede, siperde, at üzerinde, kışlada, savaş alanında, bir ara hapishanede, ateş altında, Makedonya dağlarında, çölde, ormanda geçmiş, dövüşmüş, toprakta yatmış, insanların parçalandığını görmüş, Çanakkale’de aylarca ceset kokusu solumuş, yaralanmış, sokak savaşı yapmış bir adam karanlıktan korkar mı? Akıl var, izan var. Bir karakterin bütünlüğü olur. Bu bütünlük bir fantezi uğruna bozulamaz.

Biz yazarlar yeminli tanıklar gibi, özellikle gençlere geçmişi ve kişileri doğru-dürüst anlatmakla yükümlüyüz. Bu bizim şeref borcumuz.

Can Dündar eleştirilince, geri çekildi, korktuğunu iddia etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi ‘mum alacak paraları bile olmadığını belirtmek için yazdığını’ söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin Çavuş anısında para bittiği için değil, Ankara’da mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor.

Atatürk için ‘karanlıktan korkuyordu’ demek komik olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler vardı: Mesela kurban kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk ağlamasına dayanamıyor;  sarhoştan çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan, ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, kü­çüklüğünde, çoğumuz gibi o da fareden korkarmış.

Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş geçse, birini kitaba verirdim.”  Karga, çakal ve korku hikâyelerinden bin kat yararlı bir mesaj olurdu.

 –Can Dündar soruyor: “Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” Ne diyorsunuz?

 –Atatürk’ü dogmalaştıranlar, abartılı anlatımlarla uçuranlar var. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar az. Üstelik bu yaklaşım  çok geride, geçmişte kaldı. Atatürk’e haksızlık edenler, onu çocuklara, gençlere, bin türlü yalan söyleyerek yanlış tanıtanlar ise hayli çok. Sahte tarihler, ansiklopediler insanın midesini bulandırıyor. Bu iki ucun arasında, Atatürk’e minnet ve saygı duyan, gerekli saygının gösterilmesini isteyen vefalı, kadirbilir, vicdanlı, sağduyulu, sağlıklı  milyonlar var.

Bu milyonlar için Atatürk dogma değil, ilah da değil. Ama çok değerli bir insan. Atatürk’ü dogma gibi gösteren, benzersiz, eşsiz olması. Değerine, büyüklüğüne yaklaşan kimse yok. Keşke benzerleri, ona yaklaşanlar olsa. Sorunlarımızı çözse, onurumuzu tazelese, dik durmamızı sağlasa, bizi yeniden yekpare bir millet yapsa. Süpermen de değil elbette ama onu eleştirenlerle karşılaştırınca insanın gözüne süpermenden de daha güçlü, daha büyük ve harika görünüyor. 32. Gün çekiminin yapıldığı gün, kendim dahil, katılanlara baktım: Atatürk’ün yanında nokta bile  değildik ve Atatürk’ü tartıyorduk.

Rahmetli Atatürk’ü kıyısından köşesinden, sofrasından yatağından didiklemeye yeltenmek, insanca yaklaşmak, insanca anlatmak değildir. Bu palavraya, ucuzluğa, basitliğe bir son verelim.

Atatürk’ün örnek alınacak, saygı duyulacak, imrenilecek birçok niteliği var. Okul kitaplarını bilirim. Üç yıldır da okul okul geziyorum. Okullarda, okul kitaplarında Atatürk’e ait şu güzel, insanca nitelikler anlatılıyor: Doğaya saygısı, bir çınar ağacının bir dalının kesilmemesi için kendisi için Yalova’da yapılan evi raylar üzerinde kaydırtarak o tek dalı kurtarması, çocuk sevgisi, hayvan sevgisi, okumaya merakı, yurt sevgisi, kurtarıcılığı, insanlara, milletine, annesine, kadınlara, öğretmenlere saygısı vb. Hiçbir kitaptaAtatürk ulaşılmaz, erişilmez insan-üstü bir insan olarak anlatılmıyor. Ama elbette saygıyla, sevgiyle, övülerek, gururla anılıyor.

Can Dündar’a  soruyorum:

Oğlum, Mustafa filmi ile Atatürk’ü, ‘herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik’ olarak mı işledin? Bize böyle birAtatürk mü sunuyorsun?

Bir düşün, iyi düşün, çok iyi düşün!

 

 

Latife Hanım

 

 –Latife Hanım’ın Atatürk’ü köşküne davet ettiği söyleniyor. Bunun yanlış olduğunu sanıyorum.

 –Haklısın, yanlış. Yüzbaşı Armstrong’un uydurmalarından biri de bu. Masala bayıldığımız için birçok kitabımızda bu masal yer alıyor. Filmde de yer almış. İzmir yangını dolayısıyla kalınabilecek evler gezilirken Uşakizadeler’in beyaz köşküne de bakılır. Atatürkve Latife Hanım ilk kez bu vesile ile karşılaşmışlardır.

 

 

Kürtlere Özerklik

 

 –Atatürk 1923 yılında İzmit’te bazı gazetecilerle yaptığı toplantıda bir soru üzerine ‘Kürtlük sorununa’ değinerek bilgi vermiştir. Filmde yer alan Atatürk’ün açıklaması tartışma yarattı.

Evet, çünkü – Atatürk’ün açıklaması iyi özetlenmemiş. Özetten salt Kürtlere yerel özerklik verildiği anlamı çıkıyor. AtatürkKürtlere özerklik vaadetmiyor. Kürtlük adına bir sınır çizmenin mümkün olmadığını söylüyor. Sonra da TBMM’nce kabul edilmiş olan 1921 Anayasası’nın 11. maddesine değiniyor. Bu maddeye göre illerin ve nahiyelerin tüzel kişilikleri ve yerel konular bakımından özerklikleri var. Atatürk bunu belirttikten sonra Türklerin de, Kürtlerin de, öteki unsurların da bazı yerel konularda illerini, nahiyelerini özerk olarak yöneteceklerini söylüyor. (Suna KiliŞ. GözübüyükTürk Anayasa Metinleri, s.106-107; M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.105 [eksiksiz metin], Kaynak Y., 1998; Prof.Dr. Ş. TuranTürk Devrim Tarihi, 3. Kitap, 1. Bölüm, s.109 vd.)

Mustafa filminde Atatürk’ün açıklaması, tartışmalara, yanlış anlamalara, kuşkulara yer bırakmayacak biçimde aktarılmalıydı. Bu da düzeltilmesi gereken sahnelerden biri.

 

 

Cumhuriyet Dönemi

 

Filmde – Cumhuriyet dönemi nasıl anlatılıyor?

Mudanya, saltanatın kaldırılışı, Lozan, – Cumhuriyet, devrimler dönemi donuk bir üslupla ve hızla özetlenip geçiliyor. Yine halk yok, halkın desteği yok. Halkın desteği olmadan Kurtuluş Savaşı verilir mi, bu büyük atılım gerçekleşebilir mi? Serbest Parti olayı yok. Eski düşman Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi yok. Montreux yok. Dış politika hiç yok.

Cumhuriyet Meclis’te büyük coşkuyla, sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar, çığlıklarla kabul ve ilan edilmiştir. Gelibolu MilletvekiliCelal Nuri İleri bu olayı büyük bir heyecanla ve çok güzel anlatıyor. (Ş. TuranTürk Devrim Tarihi, 3/1, s.24 vd.) Ama filmde bu coşku verilmiyor, Atatürk yeni diş yaptırmış, daha alışamamış, cumhurbaşkanı seçilince bu yüzden kısa konuşmuş, bu anlatılıyor!

Can Dündar ve ekibince Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili en önemli ayrıntının bu olduğu anlaşılıyor.

Kronoloji yanlışları da var. Mesela saltanatın kaldırılışı sırasında Atatürk’ün Karma Komisyonda yaptığı ihtilalci konuşma, başka zamana kaydırılmış. Anlamı değişmiş.

Bu dönem Atatürk’ün önderliğinin, devlet adamlığının, devrimciliğinin, öğretmenliğinin, düşünürlüğünün devleştiği dönem! Ama filmde bu yok.

Neler var? –

Özet olarak aktarıyorum: – Atatürk, medreseleri kapatarak ilkokulda Kaymak Hafız adlı öğretmenden yediği dayağın intikamını almış, bütün gücü elinde toplamış, sözü kanunmuş, Mussolini’nin heykeltraşı Canonica’ya heykellerini yaptırarak memleketi heykelleri ile doldurmuş, Cumhurbaşkanı olunca ciddi bir işi kalmadığından alfabe, dil ve tarih konularıyla ilgilenmiş ya da oyalanmış, dalkavuklara inandığı için işler iyi gidiyor sanmış, aldanmış, gerçeği öğrenince çok üzülmüş, İzmir suikastını vesile ederek muhalefeti temizlemiş, devrim çocuklarını yemiş, her gün bir büyük şişe rakı, 3 paket sigara içiyormuş, kadın düşkünüymüş, çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş.

Bu özeti yaparken bile içim bulanıyor. İşte Can Dündar’ın ve ekibinin anlattığı, bazılarının desteklediği ve beğendiği film ve filme göre Atatürk ve dönemi bu.

Bu iddiaların hangi birini düzelteyim?

Doğrusu, ‘öğrenin de gelin’ deyip geçmekti. Ama susmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Özellikle genç öğretmenleri ve sevgili öğrencileri düşünerek.

Medreseleri kapatarak, Kaymak Hafız’dan yediği dayağın  intikamını almışmış. Buyrun, psikolojik bir çözümleme örneği! Koca eğitim devrimini bu basitliğe indirmenin yersizliğini kendi de fark etmiş olmalı ki bu cümleyi yazdığına pişman olduğunu söylüyor.

Ya öteki cümleler? Sistematik olarak, severek, önem vererek, saygıyla okuyup incelese, Atatürk’ü ve o dönemi kavramaya çabalasa, öteki cümleleri yazdığına da çok pişman olacağına  inanıyorum.

Atatürk sevgi, saygı, minnet ve hayranlık halesiyle çevriliydi. Ama bütün gücü elinde toplamış değildi. Bütün güç ne demek? Bütün güç sözünün içine icra, yasama ve yargı girer. Bütün bu erkler elinde miydi? Söz konusu bile değil. Sistemin kurallarına ve gereklerine büyük saygı duyardı. Meclis’e çok büyük önem verirdi. Bu cümle yetersiz incelemenin, üstünkörü anlatımın bir yeni örneği. Bakınız: Atatürk 1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanına Meclis’i fesh etme ve yasaları veto edebilme yetkilerinin yer almasını ısrarla istemiş ama isteği kabul olunmamıştır. Oysa 1924 en kudretli zamanıydı.

1938 yılı Kasımına kadar TBMM’nden 3.500 kanun geçmiştir. Devrim kanunları ile birlikte Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak toplantı dönemleri başında Meclis’te yaptığı konuşmalarda kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların sayısı 100’ü bulmaz. Kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların çoğu da, konuşmalarında hükümetin isteği ile yer almıştır.

Sözü kanun değildi. Sözü kanun olsa toprak reformu kanunu Meclis’ten geçerdi. Sözünün kanun olduğunu iddia etmek o dönemi hiç bilmemektir. Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırma gibi büyük bir programı vardı. Onu gerçekleştirmek için türlü yollar, yöntemler denemiştir. Çağdaşlaşma programı  bazı önemli devrim kanunlarının çıkarılmasını gerektiriyordu. Atatürk bu konuları halkla, yetkililerle, uzmanlarla, bilginlerle, gazetecilerle konuşuyor, tartışmaya açıyor, kamuoyunu tartıyor, hazırlıyor, konuyu olgunlaştırıyor, Başbakanı ve ilgili bakanı ikna ederek, hükümetin konusu haline getiriyordu. Kanunu Meclis’e hükümet  sunardı.

Genel Sekreterlerinin anıları okunursa, hiçbir yetkiliye emir vermediği, yetkisine karışmadığı da anlaşılır. (Önemli bir eser:Prof.Dr. Halil İnalcıkAtatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007)

Atatürk’ün ilk heykeli Sarayburnu’ndaki heykeldir (1926). Heykelci Canonica değil, Avusturyalı Heinrich Krippel’dır. Konya Atatürk, Samsun Atatürk, Ankara Zafer, Afyon Zafer anıtlarını da Krippel yapmıştır. Pietro CanonicaMussolini iktidara geldiği sırada 53 yaşında, dünyaca ünlü bir heykel sanatçısıydı. Kısacası ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ değildi.

Bu nitelemenin amacı ne? İyi niyet bu anlatımın neresinde?

Canonica’nın yaptığı  ilk heykel Ankara Etnoğrafya Müzesi’nin önündeki atlı heykeldir (1927). Bunu Sıhhiye Meydanı’ndaki mareşal üniformalı heykel, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı ile İzmir’deki atlı Atatürk anıtı izlemiştir.

Hiçbir heykel Atatürk istedi diye dikilmiş değildir. İllerin, belediyelerin, derneklerin ya da gazetelerin istemesi, önayak olmasıyla yaptırılmıştır. Atatürk döneminde yukarıda saydıklarımızın dışında yanılmıyorsam başka bir heykel yaptırılmadı. Atatürk heykelleri ve büstleri furyası çok sonra,  1960’larda başlamıştır.

Atatürk’ün Canonica’ya model durduğu, Canonica’nın da güya heykelin eskizini çizdiği sahne ‘Mussolini’nin heykeltraşı’ nitelemesini daha da düşündürücü yapıyor. Bu sahnede Atatürk’ü oynayan aktör Mussolini’ye benzetilmiş, onun ünlü kibirli, şişkin duruşuyla duruyor. Bu çirkin sahnenin yönetmeni kim? Can Dündar mı, bir başkası mı? Kimi kınayacağımı bilmek istiyorum. 

Atatürk ve zafer heykellerinden böyle mi söz edilmeliydi? Bu ne ham, bu ne görgüsüz anlatım! Anıtlar toplumların tunçtan, mermerden bellekleridir. Heykelin put sanıldığı bir toplumda bu heykeller,  hem ciddi bir devrimdir, hem de kadir bilme anıtlarıdır. Tabii anlayan için.

Filmde Cumhurbaşkanı olunca önemli bir işi kalmadığı, bu nedenle alfabe, dil ve tarih gibi  konularla ilgilendiği söyleniyor. İstenildiği kadar yumuşatılarak söylenilsin, bu bakış şunu bir daha gösteriyor: Can Dündar ve ekibi, Atatürk’ü de bilmiyor, dönemini de, programını da, projesini de, bu projenin anlamını da, neden gerektiğini de. Bunlar tarih denizine girip de hiç yüzmemişler, kıyıda ayaklarını ıslatmışlar sadece.

Alfabe devrimi yapıldığı sırada okur yazar erkek oranı % 7, kadınlarda bu oran binde 4 idi. 600 yıllık bir imparatorluğun ana vatanındaki  halkın eğitimi bu acıklı düzeydeydi. Alfabe devrimi sayesinde okur yazar oranı büyük bir hızla artacaktır. Millet mektepleri, ardarda açılan kız ve erkek okulları, sanat okulları, öğretmen okulları, fakülteler, enstitüler, eğitmen kursları ve bu kursların devamı olan Köy Enstitüleri olgusu, bu büyük devrimin dallarıdır.

Filmde kullanılan sade, yalın Türkçe de, dil devriminin eseridir. Yoksa Hacivat üslubu ile konuşacaklardı.

Türk tarihi ve Anadolu hakkındaki ciddi araştırmalar hiç kuşkusuz Atatürk’le başlamıştır.  Bu çaba, çok kapsamlı, çok ciddi, çok anlamlı, Batı emperyalizmine karşı savunmayı da amaçlayan bir çalışmadır:

Özetleyeyim: Rumeli’yi bizim sanıyorduk. Atatürk’ün dediği gibi, bir gün geldi ‘sopayla kovulduk’. Sevr ve eki olan Üçlü Anlaşma, Anadolu’yu da parçalamak, Türkleri Anadolu ortasına sürüp hapsetmek istiyordu. Doğuda Ermenistan, Kürdistan kurulacaktı. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ile İzmir çevresi Yunanlıya verilmişti.  İstanbul ve Çanakkale Boğazları ve çevresi işgalcilerin denetimi altında bir kurul tarafından yönetilecekti. Doğudan batıya kadar bütün güney Anadolu çıkar bölgeleri olarak İngiliz, Fransız ve İtalyanlara ayrılmıştı. Bu barbar anlayış Lozan’da da talihini denedi ama sonuç alamadı. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmin her oyununu görmüş, yaşamış, acısını tatmış, akıllı, uzak görüşlü, yurtsever, uyanık insanlardı. Hep tetik durdular. Bu parçalayıcı, barbar anlayış, Atatürk zamanında, fırsat bulunca yeniden ortaya çıkmak için geri çekildi. (Bu anlayış yine tırnaklarını gösteriyor.)

Bu büyük çalışma belki şöyle özetlenebilir: Anadolu’yu bir bütün olarak korumak, vatanımıza geçmişiyle birlikte sahip çıkmak, millete özgüven vermek. Türk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Etnoğrafya Müzesi, her ilde ardarda açılan müzeler, kazılar, çeviriler, kongreler, kitaplar (Tarih I, II, III ve IV), tezler ve halkevleri bu çabanın parçalarıdır.

Acaba anlatabildim mi?

Filmde özet olarak, “Atatürk dalkavuklara inandığı için işlerin iyi gittiğini  sanıyordu, aldanmıştı, gerçekleri öğrenince çok üzüldü” deniliyor. Bu iddianın kaynağı Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’ın anılarının 2. cildinin 405-406. sayfalarıdır. Atatürk İzmir-Aydın-Isparta’yı ziyaretten sonra 6 Mart 1930 günü, Antalya’ya gelir. Atatürk o gün çok yorgundur. Yalnız kalınca  Genel Sekreteri H. Rıza Soyak’a dert yanar:

“Her yerde dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maatteessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim günahımız  yok. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak duruma düşmüş.”

Şöyle devam eder:

“İleri milletler seviyesine erişmek işini bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan takatinin üstünde  gayret sarf ediyoruz.”

Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk’ün gözleri dolmuştur, hafifçe elleri titriyordur. Atatürk bu konuşmayı şöyle bağlayacaktır:

“Yeise değil hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız.”

Filmde anlatılan sahnenin aslı bu.

Ne yalan söyleyen dalkavuklar var, ne Atatürk’ün durumu bilmediği, ne kandığı, ne kandırıldığı, ne birdenbire bilmediği gerçekleri öğrenince üzüldüğü. Sahne bütünüyle saptırılmış.

Üzülmesi çok soylu, çok saygı uyandırıcı değil mi? Bu sevgi, şefkat sahnesinden, dalkavuklarla çevrili, aldatılan, gerçeklerden habersiz, gafil bir adam hikâyesi çıkarmak için ne olmalı, nasıl olmalı?

Beş yıldızlı bir çarpıtma!

Atatürk’ün üzüntüsü sırf bu sahne ile sınırlı değildir. Duruma birçok kez üzülmüştür. Başta o, herkes ülke hızla kalkınsın, her sorun bir an önce çözülsün, uygarca, insanca yaşayışa kavuşulsun istiyor ama bütçe küçük, yama büyük, dert çok, istek çok. Hepsi ideal fedailerinin ıstırabını yaşıyor. Ne yapılıyorsa o küçücük bütçe ile, o dar uzman kadrosuyla  yapılıyor. Sorunların kaynağınıCumhuriyet’te bulanlar o dönemi ve neler başarıldığını hiç bilmeyenlerdir. Bilgisizliğin sefasını sürüyorlar.

Durumun daha iyi anlaşılması için birkaç bilgi notu daha:

 a)Atatürk neredeyse durmaksızın yurdu gezmekte, durumu incelemekte, yetkililerle konuşmaktaydı. Durumu en iyi izleyen insandı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra mesela Adana’yı 9, Balıkesir’i 7, Bursa’yı 13, Çanakkale’yi 5, Edirne’yi 3, Eskişehir’i 10, İzmir’i 7, Kayseri’yi 4, Konya’yı 6, Mardin’i 3, Mersin’i 6, Samsun’u 3, Sivas’ı 4, Trabzon’u 4 kez ziyaret etmiştir.

Bu olayın tarihi 1930’dur. Filmdeki sunuş, b) bu tarihe kadar sanki Türkiye’de hiçbir şey yapılmamış gibi bir izlenim veriyor. Hayır! Çok şey yapılmıştı, yapılıyordu. Bu dönem, dürüst Batılı gözlemcilerin Türk Mucizesi diye nitelikleri her alanda kalkınma dönemidir. İlkele yakın bir miras kalmıştı Cumhuriyet’e: Zavallı bir tarım, sıfıra yakın bir sanayi, ekonomi bakımından yarı sömürge. Kişi başına milli gelir 4 lira. İşgalciler savaş sırasında ve çekilirken birçok şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi yakıp yıkmışlar. Milyondan fazla insanımız aç ve açık. Tek kuruş borç almadan, ortaçağdan çıkmak ve yaraları sarmak için dev gibi hizmet aşkıyla büyük çabalar harcanmıştır. Yeri gelmişken söyleyeyim: Yakılan, yıkılan on binlerce camiyi de Cumhuriyet yaptırmıştır.Cumhuriyet’e kanat gerenlerin hepsinin hayatı bir destandır.

Okullar yapılıyor, demiryolları millileştiriliyor (6 yılda 1.800 km. yeni demiryolu da yapılmıştı), veremle, sıtmayla mücadele ediliyor, elektrik santralleri kuruluyor, yetişmeleri için her konuda yurtdışına öğrenciler yollanıyor, kadın-erkek eşitliği sağlanıyor, sanayi kuruluyor, bilim, sanat ve spor destekleniyor, yargıda ikilik kaldırılıyor, uçak fabrikası açılıyor, Ankara ve İstanbul radyoları yayına geçiyor, baraj yapımına başlanıyor, bütçede denklik korunuyor, yeni devlet birimleri kuruluyor (mesela Merkez Bankası, İstatistik Enstitüsü, Meteoroloji Genel Müdürlüğü), eşkiyalığın kökü kazınıyor, daha neler neler... Cumhuriyet bütün bunları kendi yağıyla kavrularak, borçsuz  başarmıştır ve hep daha iyisini, güzelini, ilerisini istemiştir. Yapılanları  bu yüzden hep yetersiz görmüştür. O tutku şimdi de olsa..

Lozan’ı imzalamak zorunda kalan Batı c) emperyalizmi yoksul Türkiye’ye kredi vermemiştir. Bu süre içinde iki kez kısmi seferberlik ilan edilmiş (Şeyh Sait isyanı ile Mussolini’nin Doğu Akdeniz’le ilgili açıklaması üzerine) ve dünyayı sarsan büyük ekonomik bunalım (1929) başlamıştır. Başarı bunlara rağmen sağlanmıştır.

İşte böyle.

Filmde bunların hiçbiri yok.

Birdenbire 10. Yıla ve Atatürk’ün coşku, sevinç, gurur dolu 10. Yıl söylevine geçiliyor. Hani Türkiye’de her şey berbattı, perişandı, Atatürk’ü kandırmışlardı? Biri yalan söylüyor. Atatürk mü, Can Dündar ve ekibi mi? Filmin geneline bakarak kararı sizler verin!

Yine filmde “Devrim çocuklarını yedi” deniyor. Suikastçılara ceza verilmesini “Devrim çocuklarını yedi” diye anlatmak yakışıksız bir yakıştırma olur.

İttihatçılar davasında idam edilen dört İttihatçıdan biri dışındakiler Anadolu’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye katılmış bile değillerdi. Hiçbiri devrimin içinde, yanında yer almadı. Bunlar için de ‘devrimin çocukları’ demek komik kaçar.

“Devrim çocuklarını yedi” deyişiyle Kâzım KarabekirRauf OrbayRefet BeleAli Fuat Cebesoy düşünülüyorsa, gerçek şudur: Bu isimler Milli Mücadele döneminin önemli isimleridir. Hizmetlerini büyük saygıyla anarız. Fakat Cumhuriyet’in ilanı üzerine  muhalefete geçerler. Çağdaşlaşma atılımında, bu amaçlı devrimlerde emekleri ve kararları yoktur. Devrim çocuklarını yememiş, bu kimseler baş seçtikleri Atatürk’ü asıl kurtuluş yolunda terk etmişlerdir. Birkaç bilgicik: Karabekir Paşa ve söz konusu kimseler, ‘kendilerinden oluşacak bir olağanüstü kurul tasarlamış,  her şeyin bu özel kurulun onayı ile yapılmasını’ istemişlerdir. Yasal anlayışa aykırı olan bu öneri elbette  kabul edilmemiştir. (İnönüHatıralar, 2. c., s.171 vd.) Karabekir’in anılarında çok saydığım askeri kişiliğine hiç yakıştıramadığım birçok siyasi saptırma ve çarpıtma  var. Siyaset bazı askerlere hiç yaramıyor. (Meraklısı için: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, s.617-639) Rauf Orbay padişahlıktan yanaydı. Refet ve Ali Fuat Paşa’lar, Büyük Taarruz öncesi kendilerine önerilen ordu komutanlığını reddetmiş, kıyıda kalmayı istemişlerdir. Tarihin akışını hiç anlamamışlardı.Atatürk’e küsen Halide Edip Adıvar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Paşa haklıymış” diyecektir (Aktaran: Yıldız Sertel,Cumhuriyet gazetesi, 4 Şubat 1997).

Refet ve Ali Fuat Paşa’lar daha sonra Atatürk’e sokularak, milletvekili olmuş, sofrasında yer almışlardır.

 

 

Atatürk’ün Sofrası

 

Gelelim son bölümde yer alan bilgilere.

3 paket sigara içiyormuş.

Sigara o dönem zararı bilinmeyen, genel bir alışkanlık. Sigaranın yasaklandığı bilinçli bir dönemde bu konunun altını çizmemek daha doğru, daha eğitici, daha güzel olmaz mıydı?

Her gün bir büyük şişe rakı içiyormuş. Kim diyor bunu? Bir kişi: Sofracı, yani garson Cemal GrandaCemal Granda anılarını gazeteci Turhan Gürkan’a  parça parça anlatmış. Kitabın başında Granda’nın eliyle yazdığı bir notun klişesi var. Bu not Cemal Granda’nın imla, anlatım, bilgi ve zekâ düzeyini göstermeye yeter (Fer Y., İstanbul, 1971). Tarihle ilgisi olmayan Turhan Gürkan daCemal Granda’nın anılarını, onun kişiliğine, bilgisine, imlasına, üslubuna, zekâsına hiç uymayan bilgilerle şişirmiş. F. Rıfkı Atay’ın,Kılıç Ali’nin bazı anılarından yararlanarak uzatmış. Kitabın adı, merak uyandırsın diye Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri olmuş.

Anıların yeni basımı var. Kitap galiba biraz daha şişirilmiş (Kent Kitap, Ankara, 2007).

Granda’nın akıl ve gerçek dışı bir ifadesine Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele kitabımda yer vermiş, Granda’nın zihinsel durumunu belirtmiştim (s.238-240). Can Dündar,  şişirilmiş olduğu daha ilk sayfalarından belli olan anılara önem veriyor, F. Rıfkı Atay’ın, Y.K. Karaosmanoğlu’nun, Salih Bozok’un, Kılıç Ali’nin, Hasan Rıza Soyak’ın, R. Eşref Ünaydın’ın, Afet Hanım’ın, Sabiha Gökçe’nin vb.nin anılarını, verdikleri bilgileri  dikkate almıyor. Hiçbiri Granda’nın kaba üslubunu, verdiği bilgiyi  doğrulamıyor.

Sorunlu, şişirilmiş anılara dayanılarak Atatürk belgeseli yapılır mı?

Önemli olan Atatürk’ün içkisi değil, sofrasıdır. Sofrasının genel olarak bir akademi, bir forum, bir tartışma, araştırma alanı olmasıdır. Sofranın en dikkati çeken tamamlayıcıları karatahta ile konuyla ilgili olarak önceden büfenin üzerine sıralanan kitaplardır.

Atatürk’ün nöbet defterleri gözden geçirilirse, sofranın önemi, değeri, niteliği anlaşılır.

Eğlenmez miydi Atatürk? Ara sıra elbette eğlenirdi. Şarkı türkü de söylerdi, saz da dinlerdi. Dans da ederdi. Ama o yarı sarhoş udi ile, yandan yalnız yüzünün bir bölümü görünen Atatürk sahnesi, çok büyük haksızlık. Sanki Atatürk’ün sofrası değil, İstanbul’da, Beyoğlu’nda, ara sokaktaki salaş bir meyhanede kurulu bir sofra.

Utandım.

Öyle bir sahneyi canlandırabilecek birikiminiz, zevkiniz, görüşünüz, düzeyiniz, görgünüz yoksa, ne diye böyle sahneler yapmaya kalkışırsınız?

‘Kadın düşkünü’ deyimi de çok rahatsız edici. Türkçede bu   saygılı, edepli bir deyim değildir. Kaba, hesapsız, ham, paldır küldür bir anlatım. Hiçbir ciddi kitapta ‘kadın düşkünü’ gibi bir  nitelemeye rastlamadım. Herhalde Katolik papazı gibi kadınsız yaşamamıştır. Ama hayatının bu çok özel yanının mahrem kalmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Nöbet defterlerinde ve anılarda bu konuda bir bilgi yer almıyor. Bu çok özel konuya ona uyarak, aynı saygıyı göstermek doğru olmaz mıydı? Böyle bir dedikodu üslubunun bir Atatürk belgeselinde ne işi var?

Aktarılmamış ne kadar çok olumlu, güzel, yol gösterici düşünce, duygu, olay,  belge varken, konuyu buraya getirmenin, bu kadar aşağıya çekmenin amacı ne? Doğruluk ise bu doğruluk her konuda gösterilmeliydi!

Film, Atatürk çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş izlenimi verilerek bitiyor. Sonunda bir ölüm fotoğrafı yer alıyor. Bu irkiltici görüntünün yerine bir milletin ve uygar dünyanın Atatürk’ü sonsuzluğa nasıl acı ve saygı içinde uğurladığını gösteren film karelerine, fotoğraflara yer verilemez miydi? Film genç yaşlı, kadın erkek, sivil asker yüzbinlerce insanın Atatürk’ün önünden nasıl ağlayarak geçtiği gösterilerek bitirilemez miydi? 10 Kasımlarda dokuzu beş geçe, bir milletin sirenlerin çığlık çığlığa ötüşü arasında, büyük bir vekar, vefa, minnet, kadirbiliş ve saygı ile çakılıp kaldığını, yani bir kara yığın değil, bir millet olduğunu gösteren bir görüntüyle sonuçlandırılamaz mıydı? Bunların hiçbiri akla gelmemiş, geldiyse bile  filmin amacına uygun görülmemiş.

Film  duygusuz, bilinçsiz, sevgisiz, saygısız, hasis bir final ile bitiyor!

‘Çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş’ iddiası bir Can Dündar takıntısıdır.Atatürk, hayatı, tarihi kişiliği, makamı dolayısıyla çevresi kalabalık bir insandı. Ama bunların içinde, özel zamanlarda, birlikte olmaktan zevk aldığı birkaç yakın dostu, arkadaşı vardı. Bunlarla sonuna kadar birlikte olmuştur. Çevresinden uzak düşen iki kişi var:  K. Karabekir ve Rauf OrbayAtatürk zaten bunlarla iş dışında birlikte olmazdı ve bunlardan kopalı 12 yıl olmuştur. Fethi Okyar ve İnönü ile dostluğunu, ilgisini sonuna kadar korumuştur. Ayrıntıya girmeden, bu kadar bilgi ile yetiniyorum.

Atatürk yalnız, dostsuz ölmüş gibi bir izlenim bütünüyle bir kuruntu, bir yakıştırma, yapıştırma, gerçeğe aykırı bir iddiadır. Eğer maksatlı değilse, düpedüz bilgisizliktir. Oradan buradan, başka amaçlarla yazılmış bir-iki cümleyi derleyip bunu gerçek sanmak, gerçek diye sunmak, yanıltmaktır, yanlıştır, gerçeğe ihanettir.

Eşsizliğinden kaynaklanan yalnızlık başka bir şey. Her dâhi yalnızdır. Ama filmin sonunda anlatılan yalnızlık, düpedüz, bayağı fizik yalnızlık, terk edilmişlik. İşte doğru olmayan bu.

 

 

 

Bu Nasıl Yalnızlık?

 

Filmi savunan genç bir bilim adamı da, – filmdeki iddiaya ek olarak, ‘Atatürk’ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini’ söylüyor. Ne dersiniz?

Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve – kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım’la birlikte Vatandaş İçin Medeni Bilgileri yazması; 1932 ilk Türkçe Kuran’ın okunuşu, Türkçe ezan, Halkevlerinin kuruluşu, 1. Tarih Kongresi, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu, dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 üniversite reformu, Cumhuriyet’in 10. yıldönümü; 1934 Balkan Antantı’nın imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planının uygulanmaya başlaması, 2. Dil Kurultayı, yeni devrim kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi ; 1935 Türkkuşu’nun, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin, MTA’nın, Etibank’ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC Fakültesi’nin eğitime başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuarın açılması, Montreux Sözleşmesi’nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı; 1937 Hatay sorunu, ağır sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk’ün bütün varlığını hazineye bırakması; 1938, Hatay sorunu dolayısıyla Mersin’e gelmesi, S. Gökçen’in Balkan turu, hastalığının artışı, Savarona’da kalması, iki kez Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, Savarona’dan Dolmabahçe’ye geçmesi, vasiyetini yazması, C. Bayar’dan 2. Dört Yıllık Plan hakkında bilgi alması, 10 Kasım 1938 sonsuzluğa göçmesi.

Sonuç:  Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz ve  de yalnız geçmemiştir.  Bu yıllar Atatürk’ün en yoğun, en hareketli, en canlı, en verimli  yıllarıdır. Maddi ve manevi büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.

Genç bilim adamı bunları bilmez mi? –

Bildiği halde öyle diyorsa, hayret. – Bilmiyorsa daha hayret!

Filmdeki iddiaları savunan başkaları da var. – Onlar için ne diyorsunuz?

Okuyorum, bazılarını anlamaya çalışıyorum, – bazılarına şaşıyorum. Hele bazıları ilginç: Bunlara göre Atatürk ve dönemi hakkında yalan yanlış her şey söylenebilir. Ama gerçeklerin savunulmasını demokrasi karşıtlığıymış gibi görüyor, gösteriyorlar. Kemalizm’i tek particilik gibi sergilemeye çalışıyorlar. Demek ki Kemalizm hakkında topluiğne başı kadar bir şey bilmiyorlar.Prof.Dr. Sina Akşin’in kitaplarını okumalarını dilerim. Bazıları Osmanlı özlemi içinde, Osmanlı tarihini iyi bilmiyor. Kimi gözü kapalı Batı hayranı, bunlar da Batı tarihini  bilmiyorlar. Bu karışık durum sağlıklı bir çizgide olmadığımızı gösteriyor. Atatürk de elbette tartışılır, eleştirilir. Ama bunu  uydurmadan, çarpıtmadan, saptırmadan, gerçeklere saygı göstererek, uygar, düzeyli bir  üslupla yapmalıyız.

Vatanımızı borçlu olduğumuz bir insan olarak bu kadarcık bir saygıyı, özeni, inceliği hak etmiştir sanıyorum.

 

 

Can Dündar Ne Diyor?

 

 –Can Dündar bunca açıklama, eleştiri, kınama ve benzeri tepkiden sonra ne diyor acaba?     

15 Kasım günü saat 17.30’da – Kanaltürk’te, Kırmızı Halı programında konuşuyordu. Şöyle dedi: “Eksiğimiz çok ama  yanlışımız yok.”

Film neredeyse baştan aşağı yanlış. Hayret – kere hayret!

 

 

Can Dündar’a Sesleniş

 

Oğlum, filmini iki kez izleyerek, gördüğüm eksikleri ve yanlışları, 60 yıllık emeğime, bilgime, çabama dayanarak açıkladım. Hiçbir akımın takımın adamı olmadığımı herhalde bilirsin.

Amacım sadece doğruyu belirtmek, gerçeği savunmak.

Filmine ilişkin inciten, şaşırtan, üzen, çok düşündüren eksikleri ve yanlışları, bu yazıyla ayrıntılı olarak bilgine sunuyorum. Filmin bu haliyle gösterimde kalması kesinlikle doğru değil. Zaten sorunlar içinde olan halkımıza yeni sorunlar ekleme. Filmi gösterimden çekerek, eksiklerini tamamlayacağına, yanlışları düzelteceğine, incelikten yoksun anlatımları temizleyeceğine güveniyorum. Evde bana verdiğin sözden dolayı değil, sana hâlâ inanmak ihtiyacını duyduğum için güveniyorum.

Filmi böylece, bu haliyle korursan, gerekli değişiklikleri yapmazsan, yanlışta ısrar edersen, hele filmi değiştirmeden dış ülkelere yollayıp da gariban Türkleri incitirsen, bölersen, Türkiye karşıtlarını, Atatürk’ün iki kez yenip denize döktüğü gözü doymaz emperyalistleri sevindirirsen, bu güvenimi sürdürmeyi başaramam.

Can,

Mustafa’nın senaryosunun yayımlanacağını açıklamıştınız. Senaryoyu bir an önce yayımla ki filmi eksiksiz değerlendirebilelim. Daha gözden ve dikkatten kaçmış birçok eksik ve yanlış olduğunu sanıyorum. Yayımlanırsa okur, eksikleri, yanlışları saptayıp açıklayarak sana yine yardımcı olurum.

 

32. Gün için  Kısa Bir Not

 

32. Gün bir açıkoturum gibi oldu. Sayın Mehmet Ali Birand’ın oturum yöneticisi olarak tarafsız olması gerekirdi. Genç yardımcısını ve filmi korumak için çaba gösterdi. Dostluğu anlarım ama kurallar dostluktan daha önemlidir. Çok mütevazı bir açıklamada bulunmama izin veriniz. Yaşayan eski bir-iki yayıncıdan biriyim. Yayın türlerinin kurallarını ilk kez yazılı olarak saptayan, açıklayan da benim. Bu tür programları yönetenlerin tarafsızlığı programa güvenirlik ve düzey sağlar. Bu hususu belirtmeden geçemedim.

Sayın Baskın Oran’ın programa niye katıldığını  anlamadım. Dersine hiç çalışmadan gelmişti, önceden edinilmiş ciddi bir birikimi de yoktu. Program boyunca söylediklerinin büyük çoğunluğu tarihe, gerçeklere aykırıydı. Mustafa filmi hakkında bir program izlemek isteyen izleyicilerin haklarını yememek için susmayı tercih ettim. Ciddi kitaplara bakarak doğruları öğreneceğini umut ederek burada da susacağım.

Ama bir noktaya değinmemek olmayacak. Sayın Baskın Oran Atatürk hakkında ucuzun ucuzu bir fıkrayı yineledi. Atatürk çok uzun boylu, gür sesli bir babayiğit olarak anlatılırmış. Bir gün bu abartıların yapıldığı yerden geçmiş.. Boyu kısa, sesi de inceymiş, üstüne üstlük bir de sütlü kahve istemişmiş filan. Bu tek fıkrayı Atatürk hakkındaki abartıların, Atatürk’ü totemleştirmenin tipik örneği olarak ileri sürdü. Özetle dedi ki: ‘Atatürk böyle büyütülerek anlatılırsa, Atatürk’ün böyle olmadığı anlaşıldığı zaman büyük hayal kırıklığı yaratır.’

On binlerce kitaptan oluşan Atatürk edebiyatını ve Atatürk gerçeğini bu ucuz fıkraya indirgeyerek anlatmak ve eleştirmeye yeltenmek, akla ziyan bir tutum. Bu ucuz şakadan yola çıkarak Atatürk’ün totemleştirildiğini, İsa gibi yarı-tanrı olarak anlatıldığını söyledi ve ekledi: “Mustafa filmi Atatürk’ü insanlaştırıyor, totem olmaktan çıkarıyor.”

Çocuklarımıza, gençlerimize Atatürk böyle, bu ucuz fıkradaki gibi mi anlatılıyor? Ey öğretmenler, Atatürk’ü böyle dev gibi ya da yarı-tanrı gibi mi anlatıyorsunuz? Ey bilenler, böyle inceleme kitabı, ders kitabı, yardımcı ders kitabı, hikâye kitabı, gençlik ansiklopedisi var mı?

Yoksa sayın Oran öğrencilerine de yakın tarihimizi böyle mi anlatıyor?

 

 

Ne Olur!

 

Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi bilmeyenler bunları anlatmasın ne olur! Anadolu’nun o tarihteki durumunu, devrimlerin amacını, anlamını bilmeyenler de, doğru ile yanlışı, yalanı, uydurmayı ayırdedemeyenler de Cumhuriyet’i anlatmasın ne olur! Atatürk’ü bütün yönleri ile özenle, saygıyla inceleyip kavramamış olanlar Atatürk’ü de hiç anlatmasın ne olur!

Bilmeyenler bu konulardan elini, dilini çeksin, çocuklarımızın aklını ve yüreğini kirletmesin, ne olur!

 

 

Atatürk’e Yakarış

 

Ey sevgili Atatürk!

Sana padişah/halife olman teklif edilmişti. Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı, mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini (afiyet olsun!) sarayında, gizli içeceğin için kimse de bu konuda olur olmaz konuşmayacaktı. Ama sen bu teklifi elinin tersiyle ittin. Milletinin geleceği için  devrimler yolunu açtın. Bu nedenle kaç kez ölüm tehlikesi atlattın, iftiralara uğramayı göze aldın. İstedin ki yurttaşların bağımsız olsun, ilkellikten, bilgisizlikten, onursuzluktan, yoksulluktan, hurafelerden, din ve çıkar sömürücülerinden kurtulsun, ilerlesin, gelişsin, her alanda kalkınsın, ortaçağdan çıksın, çağının ve hayatın güzelliklerini paylaşsın, dilediği gibi ibadet etsin, huzur içinde yaşasın, bir daha da Batının kölesi olmasın.

Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi ama doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de, alışkanlığını da veremedik.

Bu konudaki beceriksizliğimizin son örneği de Mustafa adlı film. Bu filmi yapanlara, destekleyenlere, övenlere, seni, Milli Mücadele’yi, Cumhuriyet’in neleri başardığını öğretemediğimiz anlaşılıyor.

Geleceği emanet ettiğin gençlerin birçok akımların, farklı düşüncelerin etkisi altında kalmalarını, bölünmelerini  engelleyemedik. Gençlerimiz tarihsiz ya da sulandırılmış ya da tersine çevrilmiş bir tarihle yetişiyor. Kendi kahramanlarını unutturduk, çocuklarımızın başkalarının kahramanlarına hayranlık duymalarına yol açtık.

Aaah.

Senden sonra birçok zikzaklar çizdik. İzinden ayrıldık. Borçla kalkınmaya çabaladık. Bağımsızlığın milli ekonomi ile olan ilgisini unuttuk. Bağımsızlık duygusu zayıfladı. Anadolu aydınlanması gittikçe kararıyor. Emperyalizm konuşulmaz oldu. Batı karşısındaki aşağılık duygumuz yeniden hortladı. Kendimize güvenimiz sarsıldı. Senin , özü yurtseverlik, toprak , tarih ve yazgı kardeşliği  olan milliyetçilik görüşünü canlı tutamadık. Birliğimiz, dirliğimiz sorunlar içinde. Seni de sana benzemeyen büstlere dönüştürdüler. Bu gidişin nelere mal olacağını tarih açıklıyor ama kimse tarihe kulak vermiyor.

Bütün bunlardan dolayı senden, aziz anından, derin bir utanç içinde özür diliyorum.

Bizi affet.

Aralık 2008


EK-1

 

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ CERRAHPAŞA

TIP FAKÜLTESİ PSİKİYATRİ BÖLÜMÜNDEN

PROF. DR. MEHMET KEREM DOKSAT

ŞÖYLE AÇIKLIYOR:

Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini işitince hayvanın salyası akmaya başlar. Bu şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyarıcı (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Ama eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu şartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek pekiştirilmelidir.

Hiçbirimiz dünyaya Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yani şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.

Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok! Şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doğal, en ilkel haline geri döndürür.

Bir yandan her gün 15-20 şehit, “kanları yerde kalmayacak” denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan Ergenekon bilmem ne deyip büyük bir çoğunluğunun suçsuz olduğuna herkesin emin olduğu, hatta tek suçu Atatürk’ü ve onun ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları… Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak, etnik kalkışmalar… Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor. Pavlov’un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

Volkan’a göre Atatürk babasını küçük yaşta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan sonra annesi başka bir adamla evleniyor ve eve gelen bu adamla birlikte bunalım kökleşiyor. Bunun temelinde ise Mustafa’nın annesine olan ‘oidipal’ bağlılığı var! Aslında Can’ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.

Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda hepimizin babası ama aslında onun babası yok!

Nitekim Can’ın belgeselinde ikide bir Mustafa’dan ‘yetim’ olarak söz ediliyor!

Ve yine Mustafa’nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk’ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoğrafından hatırladığımız Zübeyde Hanım, ‘eve başka bir erkek getiriyor’!

Evet, belgeselde anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım’ın ‘yeniden evlenmesi’ne değil ‘eve yeni bir erkek getirmesi’ne vurgu var! Farkındaysanız tez Vamık Volkan’dan aktarılma olduğu gibi.

Peki Can buradan nereye varmaya çalışıyor?

Atatürk’ün aslında çocukluğundan itibaren sorunlu biri olduğuna.

Nitekim belgesel boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tip olarak çizilmiş.

Ancak bunlar anlık ya da dönemsel melankoliklikler değil. Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor. Atatürk’ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük başka bir mesajı veriyor: Mustafa sadece annesine karşı oidipal bir bağlılık içinde değildir, aynı zamanda ‘oral’ bir kişiliğe sahiptir!

Şimdi bu iki kavrama bakalım. Birincisi Freud’un ‘Oidipus Kompleksi’ olarak bilinen ve çocuğun anneye olan bağlılığını cinsel bağlılıkla açıklayan teori. İkincisi ise yine Freud’un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan ‘oral evre’, yani ağız bağlılığı. Mesela çocukların iki yaşına kadar anne memesine olan bağlılık dönemi...

İşimiz elbette psikoloji tartışmasına girmek değil, Freud’un kavramlarını tartışmak da değil. Ama bu kavramlar Atatürk için neden kullanılıyor, onu tartışmak. Her iki kavram da Vamık Volkan’ın kitabında Atatürk’ün kişiliği olarak konuluyor. Şöyle ki:

Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.

Nitekim ‘büyük validemiz’ diye söz ettiği vatana olan aşkı aslında anasına olan aşkıdır!

Yine ana memesine olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!

Can, belgeselinde bunları çok açıktan dillendirmemiş ama anlaşılan o aşama için vakit henüz erken diye düşünmüş. Yine de Can, Vamık Volkan’dan esinlendiğini iddia ettiğine göre çok yakında o meselelere de geleceği kesin.

Aslında Can’ın geveleyip de söyleyemediği şeyin ne olduğunu az çok anlayabiliyoruz: Herhalde Mustafa’dan sonra sırada Zübeyde belgeseli var. O zaman tabularla mücadele eden Can Dündar’dan bir dahaki belgeselinde yine şeriatçıların Zübeyde Hanım hakkındaki yalanlarını gerçekmiş gibi sunmasını bekleyebiliriz.

Şeriatçılar ne derler Atatürk için?

Veled-i zina! Yani piç!

En son Refah Partisi’nin bir milletvekili bu lafı etmiş sonra da yurtdışına kaçmıştı.

Ama Can Dündar’ın belgeselinde faydalandığı şeriatçıların temel tezidir bu.

Onlar Atatürk’ün annesinin aslında bir fahişe olduğunu ve Selanik genelevinde çalıştığını yayarlar.

Hatta uydurma bir de belge basar dururlar. Peki böyle bir gerçek var mıdır? Elbette bütünüyle uydurmadır ama insanları bir yalana inandırmak da mümkündür.  Zaten Can’ın misyonu da budur.

Belgesel boyunca şeriatçı yalanları gerçekmiş ve hatta belgeymiş gibi sunmamış mıdır?

Vaktiyle yalnızca Mustafa Kemal de terörist sayılmamıştı. Çok az bilinen bir örnek de, Osman Nevres Recep’tir (bildiğimiz adıyla ise Hasan Tahsin). Meslek olarak gazeteci olan Nevres’i her zamanki gibi terörist ilan eden güçler yine Batılılardır. Birinci Dünya Savaşı öncesi Batılı ülkeler her zamanki gibi Türkleri Orta Asya’ya gönderme düşleri (1856 Berlin Konferansı’nda dillendirilen ‘Ostproblem’ yani şark meselesi) kurmaktadır.

1911 yılında İtalyanlar hiçbir siyasal ya da hukuksal neden ortada yokken Trablusgarb’ı işgal ederler. Osman Nevres de o sırada Fransa’da eğitim görmektedir. Bir Fransız sinemasının (Olimpia) reklam vitrininde Trablusgarb ile ilgili afiş görür ve içeri girer. Film baştan sonuna kadar Türklere hakaret ve iftira ile doludur. İtalyan propagandası en üst düzeydedir. Türkler barbar ve uygarlıktan payını almamış bir topluluk olarak tanıtılmaktadır. Osman Nevres daha fazla dayanamaz ve her zaman belinde taşıdığı silahını ateşleyerek sinema perdesini delik deşik eder.. Ertesi gün Fransız gazetelerinde şu haber çıkar: “Terörist Türk dehşet saçtı…” Hemen bu “anarşist” Türk’ün Fransa toprakları dışına atılması için kampanya başlatılır. Ve başarılı olunur da.

Kısacası uyanık olmak gerekmektedir ve bu belgesel türü saldırıların sonunun nerelere kadar gideceğini iyi öngörmek gerekir. Aslında mesele son derece basittir. Batılı emperyalistler yok etmek istedikleri uluslara saldırırken o ulusların önderlerinden başlarlar işe. Çünkü ulusal bütünlüğü sağlayan ulusal önderdir.

Bunu gayet iyi bilen emperyalistler bu noktada psikoloji bilimini de yardıma çağırırlar.

İşte Vamık Volkan bu tür bir psikiyatristtir.

Kendisi Kıbrıslıdır ama Amerika’nın hizmetindedir.

Çok uzun yıllardır ABD başkanlarının psikiyatri danışmanlığını yapmaktadır.

CIA için çalışmaktadır. Görevi ise aslında bilimsel bir çalışmadır.

Vamık Volkan, ABD’nin bölmek, parçalamak ve yutmak istediği coğrafyalarda yaşayan uluslarla ilgilenir.

O ulusların psikolojisini inceler. Ve aklı sıra “uluslar nasıl birbirini boğazlamaz”ın teorisini geliştirir.

Yani görünürdeki amaç etnik kinleri, nefretleri incelemek, onları ortadan kaldırmaktır.

Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada Vamık girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini inceler. Peki inceleme dediğimiz şey nedir? Burada izlenen yol ulusal ya da etnik düşmanlıkların ortadan kaldırılması değil, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır. Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.

İşte bizi ilgilendiren şey de budur.

Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz?

Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız.

Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?

O zaman onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir!

Ya da Türkler atalarını, yani Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar?

O zaman onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu gösterin.

Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. Sözde demokratlık, tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?

Diyorlar ki “Siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız.”

Biz diyoruz ki “Hayır uygulamadık!”

O zaman uyanık emperyalist diyor ki: “Tamam madem uygulamadınız, bunu hemen reddetmeyin, tartışalım, öyle bir sonuca varalım.” Size mantıklı geliyor, nasılsa biz suçsuzuz, tartışmadan galip ayrılırız diyorsunuz.

Ama tartışma masası kurulduğunda hiç de ortada eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz.

Bir bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.

Kanıtları var mı? Elbette yok!  Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı çok oldu mu, gerçeğin sesi çıkmaz oluyor. Hayır diyorsunuz, gerçekleri bir de biz anlatalım. Ama anlatamıyorsunuz, çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış. İşte o zaman anlıyorsunuz “tartışmaya açmak” denilen tuzağı.

Çünkü bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye başlıyor!

Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik? Yani ulusal benlikte ilk kırılma yaşanıyor...

Psikolojik harbin etkisi çok büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sonra sıra Kürtlere geliyor!

Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz...

Bir düşünelim son dönemde neleri tartışmaya açtırdık ve neredeyiz.

Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz.

Kırmızı çizgileri umursamıyoruz.

Türk dilinin önemi kalmamış.

Bu ülkede federasyon da olabilir.

Ermenilerden özür dileyebiliriz.

Kürtlere biraz toprak verebiliriz.

Kısacası ulusal varlığımıza ait hayati her alanda ve konuda kaybetmiş durumdayız.

Peki sıra neye geldi?

Sıra Atatürk’e geldi.

Çünkü önemli olan ulusal önderi yok etmektir.

O halde tüm önderlere yapılanı Atatürk’e de yapalım.

O’nun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım.

O’nun aslında zaafları olduğunu tartışalım.

Hatta O’nun anasını bile tartışalım.

Evet, emperyalistlerin gündeminde bu vardır.

Tartışın diyorlar.. Biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!  Sonra?

Sonra da sıra sizin ananıza gelecek! Hepinizinkine gelecek!

Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki “Tamam tartışın benim belgeselimi ama biraz insaflı olun, önce izleyin sonra eleştirin!” Acıyacaksınız nerdeyse adama. Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce, inanmazsanız inanmazsınız! İsterseniz eleştirin!

İşte asıl psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!

Yıllar öncesine gidiyorsunuz... Mondros imzalanmış.

Sonra düşman askerleri İstanbul’a çıkartma yapmaya başlıyor.

Milyonlarca Türk sadece izliyor! Demek ki önemli olan ilk adım, işgali izlettirebilmekmiş!

Ama aynı zamanda bir de masa! Tartışacaksınız. Tartışma masasında bizim sadrazam emperyalistlere yalvarıyor, biraz acıyın diye.  Peki izleyerek, tartışarak nereye varabilirsiniz?

Emperyalistler aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.

Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyordu:

 

“Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

 En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

 Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.”

 

Ya şu Can’ın belgeseli?  Sizce daha büyük bir çıkartma değil mi?

Çıkartma sürerken iki tavır var alınacak.

Biri İstanbul’da işgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen bir Osmanlı paşası olabilirsiniz.

Ya da Dolmabahçe’den çıkartmayı izleyen bir padişah. Belki de evinin perdesini kapatan sıradan ve suskun bir Türk... Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar.

İzlersiniz! Her şeyi! Ya da ilk kurşunu atan Hasan Tahsin olursunuz.

Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmek ne kadar utanç verici aslında!

Peki Hasan Tahsin’i ne kadar tanıyoruz? Hasan Tahsin’i Hasan Tahsin yapan nedir?

“İlk kurşun”dan önce de kurşun atmıştır Hasan Tahsin. Tarihin garip cilvesi Hasan Tahsin Avrupa’dadır ve bir filme gider. Filmde Türkler aşağılanmaktadır. Hasan Tahsin bu filmi izlemez. “Önce izleyeyim sonra eleştireyim” demez. Ya ne der? “Türk’e küfredenin canına okurum” der! Ve çıkarır silahını ateş eder beyaz perdeye!

Film orada biter!

Hasan Tahsin’in insani ve sıradan yanıdır bu. Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, atasına, milletine, bayrağına küfrettirmez. En basit insan gerçeğidir. İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle anasının durumunu tartışmaz, bunun yanıtı suratınıza yiyeceğiniz yumruktur. Neden?

Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu!

İşte Can’ın insani denilen belgeselinin bam teli de burası.

Diyor ki Can “Ben sizin atanıza küfredeceğim ve siz de izleyeceksiniz!

Medeni bir şekilde izleyeceksiniz! Çıtınız çıkmayacak. Paranızı verip, sinemaya girecek ve orada size gösterilen yerde oturacak ve izleyeceksiniz. Çıtınız çıkmasın, sinemadasınız! Çıkınca fikrinizi söyleyin.”